1 Aralık 2012 Cumartesi

Ne olacak biliyor musun ?
Bu sefer ben değil sen defalarca arayacaksın,
Sen uğraşacaksın kazanmak icin, sen dinlemek isteyeceksin, sen ne olursa olsun yanında olacağım diyeceksin, sen beni sevdiğini söyleyeceksin, sen karşılaşmak icin dualar edeceksin, sen bir şansın daha olacağına inanacaksın, sen beni düşünmekten uyuyamayacaksın, sen beni gördüğünde konuşmak isteyeceksin, sen kıskanacaksın beni herkesten ama benim gibi aşık olduğundan değil hırsından. Ve o hırs, o bana ulaşamama, o engeller seni biraz daha fazla öldürecek, her gün daha çok zarar göreceksin.
Ben mi ? Ben defalarca şükredeceğim senden kurtulduğum o güne.!

25 Kasım 2012 Pazar

Seni bekleyişimin adı yok
Kurulmamış köprülerden geçmeye çalışan benliğimin de
Şiirlerim şahit olsun ki
İki satır arasına sığmıyor yalnızlığım.
Ne nokta anlatabiliyor kararsızlığımı.

Ne de virgül koyabiliyorum yılların ardına
Yenik düştü keşkelerim, oynadığım oyunlara
Yine de teslim olmadım.
Ama sen, namluda hüzün
Beni tam on ikiden vurdun
Seni bekleyişimin adı yok
Gelmeyişinin de...!

22 Kasım 2012 Perşembe

HER ZAMAN SENİ ÜZECEK BİRİLERİ OLACAKTIR!

Yaşlı ve çirkin bir tüccar; karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel, ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş…
Sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış.
Ne var ki tüccar, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı
koymaya, dövüşmeye başlamış.
Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş.
Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar.
Ancak ne kadar vururlarsa, bu zayıf ve çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin hiç iz bırakmadığını görmüşler…
Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler…
Ancak en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile tüccara hiç bir şey yapamıyormuş….
Sonunda korkup kaçmışlar….
Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha -ama bu kez aşk adına- tüccarla sevişmek istemiş.
Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış…
Gelgelelim güzel kadının her dokunuşunda tüccarın bedeninde yeni bir yara beliriyormuş.
Dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar…
İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar.
Sonunda tüccar kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş….
***
Tam bu türden hayatlar yaşamıyor muyuz ?
Aşktan bunca korkmamız bu yüzden değil mi ?
Kimsenin kollarında yığılıp can vermek istemiyoruz.
Çünkü zaten, her yanımız “kılıç yaralarıyla” dolu.
Ama bir şekilde kapanmış, kabuk bağlanmış yaralar onlar….
Nasıl yapmışsak yapmışız üstesinden gelmişiz…
Ama biri, kabuk tutmuş yaraları okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve oluk oluk kanama başlıyor yeniden….
Birine teslim olduğumuzda, anlatmaya başladığımızda, içimizi döktüğümüzde bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıveriyor….
***
O yüzden değil mi içimizi tutmamız?
Birisine teslim olmaktan korkmamız?
Ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmamız?
“Anlatsam mı, anlatmasam mı?” kararsızlığımız
“Bu sevgi beni acıtır mı?” kuşkularımız….
***
Her zaman seni üzecek birileri olacaktır.
Yapman gereken insanlara güvenmeye devam etmek, kime iki defa güveneceğini iyi seçmek….
Gabriel Garcia Marquez
Allah'ın emrine karşı gelmemek pahasına alnımdaki adını ağzımdan düşürmedim ben. Sana içtim, sana ağladım, sana yaralandım, sana gocundum.. Her gün baştan yazdım, baştan sildim, baştan yaşadım, baştan vazgeçtim.. Allah'ın emrine karşı gelmemek pahasına doğduğum şehrin en kritik halini gözardı ettim ben. Senin için öldüm, senin için dirildim, senin için kalktım, senin için zararla oturdum.. Yeniden uyandım, yeniden günaydınlar ayırdım, yeniden iyi geceler, yeniden yaşanamamışlıklar biriktirdim.. Allah'ın emrine karşı gelmemek pahasına annemi karıştırmadım bu işe ben. Bizim için sus dedim, bizim için hayırlısını iste dedim, bizim için dua et, kabul olalım dedim.. Çoğu kere titreyen sesimi duyarsında üzülürsün diye seni cevapsız bıraktım, çoğu kere yorganı başıma çektim, dünya ile ilişkmi kestim, çoğu kere toplumu dışladım, seni istedim.. Allah'ın emrine karşı gelmemek pahasına yokluğunu bir türlü alıştıramadığım ellerime 'gelecek' masalı anlattım ben. Sırf Allah'ın emrine karşı gelmemek pahasına sevdim seni ben. Şimdi senden tek isteğim, aynada alnına bak, elini kalbine götür, beni göreceksin.

18 Kasım 2012 Pazar

Çünkü ben seni köpek gibi sevdim. Çok içerden sevdim. Nimetten saydım seni, öpüp başıma koydum şehrimden ayrıksılığını. Olur dedim, olmasa da olur.. Cennetin müjdesi sandım ellerini. Çok sevmekten gelen bir hadsizlik ile tutmak istedim, tutuşmak. Çünkü ben seni köpek gibi sevdim. Yürüdüğün yollardan yapılmasını vasiyetledim mezarımın. Baktığın her yere kurban olmak istedim. Göremediğin her şeyi çöp poşetine tıkıp kapı önüne koymayı istedim, o kadar beceremedim ki nefesimi elime vermeyi. Ezberim, göremediğinim.. Aradığımsın, bulamadığım.. Ekmeksin, açım.. Çaysın, soğuğum ve annemsin, muhtaç.. Beni anla, beni sev, bana uğrak ver. Yaşamam için çok geçerli sebepsin, gel.

7 Kasım 2012 Çarşamba

ömrüm, hep bir ayrılık rengi
camı kırık bir pencere farzındayım,
duruyor alnımın limanında gel-gitler
ve kalbimin atmosferi, parçalı unutlu
ha ıslandı ıslanacak gibi tedarikli, gözlerimin

coğrafyana hasret, kasvet bulutu.

yolları adımlarla doldurmak, artık neye yarar
geride
bir durak payı bile dönüş bırakmamışsan yar,
neye yarar, çiçeklenmişse
yokluğunun tabiatında
bize vaadedilen, geç kalınmış bahar.

ömrüm, hep bir yalnızlık şarkısı
soğumuş bir çay bardağı kıvamındayım,
vuruyor ayrılık dudaklarımın kıyısına
ve ses tellerimin repertuvarı, her kelamda detone
ha sustu susacak gibi endişeli çalıyor, kalbimin
orkestrası, her yeni günde.

aklımın mazisinden
gün yüzüne çıkarılan fotoğraflar, artık neye yarar
geride
bir merhabalık umut bırakmamışsan yar,
neye yarar, sensizliği devreden
sabahlar ve akşamlar.

ömrüm, hep bir hoşçakal ülkesi
gerçeğe bir ütopya uzaklığındayım,
taarruz ediyor ümitsizlik yüreğimin sınırlarına
ha düştü düşecek gibi duruyor, son karakol.

yeni sevgili, demem o ki
köprücük kemiğinden geçer, mutluluğa giden yol
sensiz hayatın en düz yanları bile, ayaklarıma şarampol...

28 Ekim 2012 Pazar

Bunun zayıflıkla bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Hissettiklerimin,şarkılardaki titiz seçiciliğimin... Hatırlarsın bir de mavi marka kazağım vardı. Doğum günümde giymiştim aramız iyiydi, yakasında ellerin gezmişti yanağın değmişti vatkasına. Hah işte hayatım boyunca o kazağı giymek için özenli olmaya söz vereceğimi söylemek istiyorum şimdi. Biliyorsun bir çok konuda sana söz verdim uzun zamandır tutuyorum onları ve kendimi. Hatta yıkaması için anneme götürürdüm yıpranmaz yeminlerimi. Ama konuşunca annem işte o zaman ayrı. Çok bahsediyor senden. Üzüyor beni. O ara biraz rengi soluyor mavimin. Çok soruyor. Çok değil de yeri geldiğinde; birinin çocuğu olduğunda birinin düğünü olduğunda birine bir şey olduğunda seni soruyor. Yani seni hala benimleymişsin gibi düşünüyor. "Az önce konuştuk biz de yeni bir koltuk takımı beğenmiş" demeyi çok isterdim. Kışın kayağa gideceğimizden veya bir bahar gecesinde doğacak bir çocuktan bahsetmeyi de. Ben
bu gece bunları düşünerek uyuyacağım seni bilemem. Açıkçası bilmek de istemiyorum. Şu an ne yaptığını. Ama sesin çok iyi geldi bugün. Bir yere kadar. Bir yerden sonra değiştin. Bunu tek başına nasıl anlatabildiğimi düşünüyor musun için. Hiç bir şeyin içine seni dahil etmeden anlatabildiğimi. Düşünsene seni anlatabildiğimi aslında. Her şeyinle. Bilmiyorum belki anlatmazdım, kıskanırdım seni ama boğazım bu kadar düğümlenmezdi. Biradan olmasını umardım ama bu yumruğu yutamıyorum. Bir yerden sonra değiştin işte sen de. Dediğimi anladın. Konuştuklarım iyi gelsin isterdim sana destek olmak için aradım.Sofrada adım değil de benim çorba da tuzum olsun istedim. Seni özlediğimi söylemek istedim aslında. Bu kötüydü biliyorsun -bu konuşma- iyi niyetli bir intihardı. Ama sesin çok iyi geldi önce. Bir yere kadar. Bir yerden sonra değiştin. Sonra susmaya başladık bu iyi değil biliyorsun. Bir telefon konuşmasında yapılacak en kötü şeyi yaptık. Sesinin çatallaşmasını sevmiyorum. Üzülüyor gibi yapmadığını düşünüyorum. Üzülüyorsun biliyorum buna da üzülüyorum. Artık farklı şarkılarda öpüşeceğiz. Ben buna da çok üzülüyorum. Çok üzülüyorum,  Hayatımda dürüst olmam gereken tek bir an da hata yapmış bir adamım ben. Benim için dua etme ben senin için yeterince bağırdım avuç açtığına. Çok ağladım, diyetini, bedelini, hesabını kapattım tanrıyla. Mutlu olman için elimden gelenin fazlasını yaptım. Bunlar sana son satırlarım demeyi çok isterim. Çok isterdim. Çok... Son bir defa seni görebilmiş olmayı. Son bir defa daha sesini duyabilmeyi. Ömrümün sonuna kadar sana veda etmeyi. Ömrümün sonuna kadar. Bu et bu ruhu taşımayı bırakana kadar. Seni affetmiş olmayı çok isterdim ama ben affetmeyi öğretemedim kendime. Seni seviyor ve özlüyorum...
Hoşça kal sevgilim, iç sızım, yüreğimdeki kabuk, koynumdaki cehennemim... Gitmelisin, çünkü sen kaptan değilsin. Gemi batıyor, hadi kurtar kendini. Giderken bir el yalnızlık sık alnımın ortasına, öldür beni...

22 Ekim 2012 Pazartesi

''Evlilik''

ilk beş yılını tamamlamak üzere olduğum serüvenim.

legalleştirilmiş cinsel hayat, kurumsallaştırılmış statüsel imgelenme* gibi tamlamalardan sıyrıldığında, evlilik tam olarak kaotik tabanlı şenlik yazılımı. aynı sahnede dönüşümlü olarak trajedi, komedi, dramın oynandığı, perdenin kapanmadığı oyun temsili.


birini tanımak ya da artık evlenmiş olmak; sonrasını keskin bir monotonluğa bırakan, tek plana sabitlenmiş bir film karesi değil. varmanın değil yolda olmanın önemli olduğu bir yolculuk hali. bazen bir günün diğerine benzemez, bir halin diğeriyle çakışmaz. her zaman çok huzurlu, dengeli ve çok mutlu olman* gerekmiyor. trendy koltuklarında ve karaca yemek takımlarıyla sürekli yemekli misafir ağırlayıp steril hayat gösterimi yaptığın bir altın günü hali hiç değil.

dip dibe dolaşıp da "biz olalım-her adımı birlikte atalım" diye bunaldığım bir yer değil, ikimizden birisi yalnız kalmak istediğinde kimsenin çekelenmediği, baba evinden en sevdiğim yalnızlığımı da valizime koyup getirdiğim bir yer.

bazen kapıların çarpıldığı, bazen hiç konuşmadan anlaşıldığı; sessizliğinde boğulduğun ya da bazen onu mutsuzluğunda boğduğun zamanların olduğu; yüzlerce yıllık kalelerde, bir ortaçağ şehrinin taş merdivenlerinde öpüşürken evrenin susarak kutsadığı, kaybolduğunda ona tutunarak kendini bulduğun bir yol, sıçramalı süreksizlik hali.

dün* birlikteliğimizin sekizinci yıldönümüydü, mutfakta bira yaparak kutladık. ben kazanda malt özütü, şerbetçiotunu karıştırırken o da hortum, huni ve şişelerden bir düzenek hazırlıyordu. durup bize baktım; evlilik albümünün eşsiz fotoğraflarından birisiydi, diğerlerinin yanına ekledim.

tıpkı diğerleri gibi eşsizdi; annemi yoğun bakım odasının kapısında beklerken elimi hiç bırakmadığı fotoğraf gibi, bir mezarın çukuruna yarı beline kadar girip babannesini gömerken gördüğüm gibi, evin bir duvarını tamamen kaplayan ikea kitaplığını saatlerce birlikte oturup monte ettiğimiz gün gibi, karnımdaki bebeğimizi kaybettiğimde elini hiç karnımdan çekmeden uyuyakaldığı gece gibi, birlikte rakı sofraları kurup sonra çok sarhoş olup klozete eğilmiş kusarken kafamı sımsıkı tuttuğu an gibi.

her geçen gün o albüme yeni fotoğraflar ekleyip duruyorum. emin olduğum tek şey; hayatımın geri kalanında sabah uyandığımda ilk bu adamın yüzünü görmek istiyorum.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Anladım ki bizim son bir şansımız daha yok...Ihtimalleri tükenmiş kaçınılmaz bir sonun son demlerini yaşıyoruz. Sevmişiz, üzülecekmişiz, yıpranacağız kimin umrunda...Keşke senden nefret edebilseydim, umursamayabilseydim, kolayca sırtımı dönebilseydim sana... Gidebilseydim senden...Ben üzülerek uzaklaştım senden, kırılarak çıktım yüreğinden... Aşkla, sevgiyle alıştım yokluğuna...Aşk nasıl üzebilirdi ki bir insanı bu kadar?
Biz seninle öyle bir koptuk ki; yeniden bağlanalım desek, canımız daha çok yanar...
ben seni severim sevmesine de toplum buna hazır değil
nükleer denemeler kyoto sözleşmesi küresel ısınma falan.
belki sen çok küçüksün belki benim ruhum ölü
biraz nietzsche biraz kant kafan karışmış belki
parlıamanet'i de bozdular tutunacak dalımız mı kaldı?
pavyonda tanıdığım bilge bir pezevenk vardı!
kötü kitaplar okumak kötü yaşamak gibidir derdi.
iyi kitaplar okudum bir boka yaramadı..

ben seni severim aslında da düzenim bozulur diye korkuyorum
durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar
sinemaya gitmeye ele ele tutuşmaya falan kalkarız
işin yoksa çiçek al,saç tara, parfüm sık.
küsmesi,barışması,ayılması,bayılması
hatta eninde sonunda kaçınılmaz ayrılması
meyhanede tanıdığım gerzek bir filozof vardı!
güzel kadınlar insanın ömrünü uzatır derdi.
bir sürü güzel kadın girdi hayatıma
hepsi ağzıma sıçtı..

ben seni severim belki de rabbim buna hazır değil.
her şeyin güzelini sever o ideal birliktelikler ister
seninle benim yan yana oturacağımız çekyata
ne ilahi adalet sığar ne de diyalektik..
içime çöreklenmiş sığ bir sığır var benim.
ben seni severim sevmesine de
iş çıkarmasana şimdi ne gerek var güzelim..

Ali Lidar

12 Ekim 2012 Cuma

unutmuştum seni. inan bana, gerçekten hiç aklıma gelmiyordun artık. yemin ederim iyiydim ben, hiç düşünmüyordum seninle ilgili hiçbir şeyi. bende herkes gibi "hayat her şeye rağmen güzel" deyip, en azından kendimi bu yalana inandırıp toparlanmaya çalıştım. hayal kurmayı bıraktım, seni hatırlatacak hiçbir objeyle göz göze gelmemeye çalıştım, uzaklaştım hepsinden. sigarayı azalttım, kendimi kötü hissettirecek diye bazı şarkıları dinlemedim, geceleri uyku hapları alıp, gündüzler
erkenden uyanıp insanların arasına karışıp, oyalandım ve bir süre sonra da bunu başardım. unutmuştum seni!

bilincimin imkan verdiği bütün yolları denedim seni hatırlamamak için, ta ki seni rüyamda görünceye dek. parkın birinde bir bankta oturuyordum, sonra birden sen çıkıp gülümseyerek bana doğru ilerledin. yanıma oturdun... hiçbir şey olmamış gibi; "-hala eskisi gibi miyim?" dedin.

hala eskisi gibiydin... teninin gün ışığına değdiği yerde cennetin nüks ettiği, bundan başka hiçbir benzetmeyle ifade edemeyeceğim bir güzellikteydin. ama cevap veremedim, sustum, neden ben de bilmiyorum, belki konuşurdum; ama seni öyle çok andım ki ben yokluğunda, nasıl bir bitmişlik bırakmışsın ki bana, söyleyecek hiçbir şey bulamadım, kalakaldım.

ve derken uyandım. göğsüm sıkışıyordu. sığmıyordum içime. yangın çıkmış bir ev düşün, tam ortasındasın, sığınacak hiçbir şey yok.

kalkıp bir sigara içtim, geçmedi.
elimi yüzümü soğuk suyla yıkadım, geçmedi.
çıkıp iki sokak dolaştım, geçmedi.
küfürler savurdum, geçmedi.
geri geldim, oturdum, ağladım, geçmedi.
elim telefona gitti, numaran değişmişti. geçmedi,
ben kendimden geçtim, sen benden geçmedin.
geçmedi...

bir kağıt bir kalem alıp, oturdum ve sana bunları yazmaya karar verdim. en azından içimi dökerim belki geçer diye. kim bilir
belki okursun... merak etme iyiyim ben. yine toparlanır, yine unuturum seni. olur böyle aksaklıklar, bazen insanın kalbi ağır basar. ilk fırsatta unutacağım seni yine, söz. hem şunu da bil;

senden sonra da sevdim ben...
ama ne yalan söyleyeyim;
hepsi yetim bir çocuğun üveyi,
gerçeğinin yerine koymaya çalışması gibiydi.

anlıyor musun?

Bayram Karakeçili

7 Ekim 2012 Pazar

Kimdin, ne istiyordun. Neden bütün üzüntülerim, bütün mutluluklarım sana çıkıyordu. Üşüyordum, sonbahar'dın..Donuyordum, kıştın. Söyler misin, kim açıklayabilir bana evrendeki boşluğu, sokaklardaki insan kalabalığını. Yaz sıcağının tenimde evrimleşmesi, otobüs koltuklarının soğukluğunu. Dün gece az daha ölüyordum biliyor musun, onu unutursam dedim, onu bir defa olsun unutursam ben neden yaşarım,nasıl yaşarım. "Artık yoksun" lu cümle girişleri ve boşalan market rafları. Hepsi benim hüznüm, hepsi benim cinayetim. Bu kadar mı gereksiz yaşar dedim insan.. Bu kadar mı ucu ucuna, olsan yaşamımdın, yoksun ölümüm. Kelimelerin incitmek istemem, seni,ve aşk'ı incitmek istemem. Ya ben sana yakışmadım, ya da güzel durmadım yanında. Müsait bir zeminde..ki tenin hemzemin bir geçit ömür yolumda.. Bir kazadır, oldu diyip geçelim, bariyerdi gözlerin, çok seviyordum yüzseksenle girdim, af dilerim..
Kimdin, ne istiyordun,
bilmiyorum..Gereksiz bir üzerine alınma durumu yaşadık sanırım, verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim..
Ah be gülüm sen aşk arıyorum demişsin ama maşallah her yöne 15.000 dakika gibisin. Aramadığın numara kalmamış.:D

5 Ekim 2012 Cuma

Aşkım.

Aslında sana sövmek istiyorum. sanırım bunu yapacağım. Ama yine de, söyleyeceklerime karşılık vermeni istemiyorum. Kuşaklar arası bir çatışma ya da psikolojik bir savaş çıkmasın aramızda. Adın gibi biliyorsun ki, aklım hala sendeyken, hangi psikolojinin, hangi savaşı olabilirim? Türkçe'yi ilk defa böyle içten kullanarak, aşkım diyorum. O son konuşmamızda da aşkım demiştim aslında, ama arkandan ve sessizceydi. Fakat sen, git dedin.. Koşarak uzaklaşıyordun ve belki sevgilim demiştin de, ben git anlamıştım.. İşte uzun zamandır böyle teselli ediyorum ve dindiriyorum iç sesimi. Sabah ezanını duyar gibiyim şuan. Biliyorum ki sen bu saatte uyuyorsun. Beraberken, bu saate kadar hep uyuyakalmış olurdun. Belki de sıkılıp, uyumuş taklidi yapardın. Ama ben uyuduğuna inanmak istiyorum.. Uyuduğun ve tekrar uyanacağın, tekrar sarılacağın.. Gözümü açtığım her karanlıkta, karşıma gölgen çıkıyor,

Merhaba aşkım.

Gölgen karşıma çıkıyor ve dudağından öpmeye başlıyorum. Gölgelere sarılma ihtimali yoktur hiçbir insan evladının, yoksa onu da yaparım biliyorsun. Bu gölge, belki de sensizliğin, sessizliğin hatta piçliğimin gölgesi olabilir. Herneyse.. Sol omzumdaki kötü bir meleğe ait bu düşünce, böyle olamaz, olmamalı. Farklı açılardan gölgene bakıyorum. Ellerimi sağa sola oynatıyorum ve bana sarılmış gibi oluyorsun. Sonra sarıp, seviştiriyorum ellerimi bedenimle. Bir görsen, aynı sen. Gülümsüyorsun,

Merhaba aşkım.

Telefon konuşmalarımız ve birbirimizi nasıl sevdiğimiz aklıma geliyor. Aslında emin olduğum tek şey, benim seni sevdiğim. Sana inanmak gibi bir şansım, elbette yok. Sevmeni de bekleyemem üstelik. Ya da öyle olduğunu sanamam. Bu çok saçma olur. Seni kaybetmiş olduğuma inandırmam gerekiyor artık kendimi. Ve seslenmek kendime; “seni kaybederken, kendimi kazanmış da olabilirim..” Deli gibi inanıyorum bu yalana ve resmini son kez çıkarıyorum albümden,

Merhaba aşkım.

Biraz realist olsun istiyorum yazdıklarım. Aklıma geliyor sonra, diyorum ki; “resimlerine bakarak, ne çok akıtan vardır şuan.” Sonra akan herşeyin, gözyaşı olmasını diliyorum Tanrıdan. Hatta önünde eğilip, yalvarıyorum ölmen için. Daha fazla günaha girmeden veya daha fazla insan sana girmeden, ölmen.. Çünkü öyle olursa, bir yerlerde mutlaka, köşeyi dönerken çarpışacağız ve birbirimizi tanıyor olacağız. Sonra aynı anda aynı dillerde, hatta dil dile haykıracağız,

Merhaba aşkım.

O insanlar mı senin koluna girdi, sen mi onların bilmiyorum ama hepinize kolum girsin. Demiyorum tabi ki. Diyemiyorum.. Kızıp adımı dahi unutabilirsin çünkü. Aslında bunları yazarken bir bilmece içinde hissediyorum kendimi. Belki aptalca olacak ama, dönmeni bekleyeceğim bu yazılanlar sayesinde. Ne aptalca dediğini duyuyorum.. Bazen tekrar dönersen vereceğim cevap aklıma geliyor. Tahmin ettiğin gibi; çelişkidir bu. İyi bilirsin üst üste binme olaylarını. İşte tam da anladığın gibi, üst üste binecek iki ayrı ses. Birisi siktir git ulan orospu çocuğu diyecek, diğeri,

Merhaba aşkım.

Sana duyduğum şeylerin aşk mı, hayranlık mı olduğunu kavramam çok uzun sürmüştü. Sonucunu hala bulmuş değilim ama şuan sana karşı yoğun duygular içerisindeyim. bitch, prostituierte, salope, bastardo.... Dört farklı dil, dört farklı kelime.. Anlamaya çalışmana gerek yok. Kısacası terkettiğin gece ardından ettiğim küfürler bunlar. Ağır ama, yağmurlu günlerde üzerimize su sıçratan arabalar, durakta insanları es geçen dolmuşlar, havanın kötü olması gibi ufak olaylara kızarken ettiğimiz küfürler kadar, haklı ve masumca. Alınmana gerek yok, ben hala seni seviyorum. Aynı zamanda artık daha olgun düşünebiliyorum. Büyüdüm işte seninle.
Bütün bunlar doğrultusunda, şunun farkına varıyorum;

Biz iki ayrı denizdik, birbirimize hiç karışamadık.

4 Ekim 2012 Perşembe

Biraz sert olucak ama şimdiden özür dilerim....

"yorulduk ikinci defa aşık olmaktan ve gidip
merhaba demeye birine,
sıkıldık aynı konuşmalar içinde aynı şeyi
duymaktan,
seni seviyorum artık heyecanlandırmı yor
kimseyi ve öpüşmeler çok tanıdık,
bütün ayrılıklar aynı bok,
bütün insanlar hala aynı göt,
şimdi tesadüfen çarpışsak göz göze
tesadüflerin amına koyar,
önüne baksana lan diyerek devam ederiz
yolumuza"
incindim, kırıldım gibi basit avuntulara
sığınma,
kırılmadı ki yüreğin,
topraktı o da, hayal kuraklığından çatladı....
neyse,
dünya dönüyor,
ama bu son turu gibi...
son turunda dünyanın
iftira atarcasına itiraf et ve
itiraf edemiyorsan iftira atacağın anlamını
yok sayarak..
aklına gelir miydi hiç,
hayatımın özeti olacağın?

Kemal Yazgan

3 Ekim 2012 Çarşamba

muhteşem bir kaybetmek. kusursuz adeta. amy'nin sol kol toplar damarına batıp çıkan şırınganın, ucunda kalan uyuşturucudan bile daha muhteşem, daha haz verici... tebrikler, tarihin bütün büyük zaferlerine parmak atacak bu galibiyeti, tıpkı roma'nın o gladyatör müsabakalarını izleyen merhametsiz kalabalığın ruhuyla alkışlıyorum seni... kendimi yerine koyuyorum, bu dandik bir mahalle takımında oynayan bir futbolcunun real madrid'e 10 gol atması gibi bir şey, bu onun tasvir edil
emez mutluluğu, bu imkansızlığın başarısı, bu ilk saniyede nakavt, bu başarılı darbe girişimi, bu izah edilemez bir şey...

ancak bu kadar olurdu, ancak bu kadar olmaman. kazanıp da ortalıkta hiç olan tek ordusun, geride yakıp yıktıkların, geride tahrip ettiklerin, geride yaralar, geride ölmüşler... bırakıp gittin! kendilinle gurur duy...

muhteşem bir kaybetmek bu!


kafka'nin milena'ya yazdığı umutsuz mektuplardan biriymişim gibi hissediyorum kendimi, sylvia plath'ın intihar etmeden önce çocukları için fırına pişmesi için koyduğu kahvaltı çörekleri gibi, nilgün marmara'nın atladığı bina gibi, teoman'nın paramparça parçasının ilk canlı örneği gibi, bok gibi, bombok gibi...

harika bir kaybediş bu!

ağzımda biriken küfürlerin hepsini yutkunuyorum. iç organlarım çatışmanın ortasında kalan bir afgan köyü gibi ürpertili, orada; bir çocuğun, yanı başında duran, tam akciğerinin sol lobunu delip geçen bir ak-47 kurşunuyla bütün söyleyecekleri kursağında bırakılan bir anne cesedi kadar suskunum. ağzımı bıçak açmıyor. hiçbir şey demeden öylece düşünüyorum; muhteşem bir yalnızlık bıraktın! kutluyorum.

kusursuz bir terk ediş, muhteşem bir duygu suikasti, zahmetsiz bir katliam... tek atışla hedefi yerle bir etmek bu... bu işini gördükten sonra kalkıp soğukkanlılıkla orospuya müşterisinin şunu demesi; "bitti"..

"hakkını helal et" diyeceğim ama,
senin buna bile hakkın yok...

-umarım üzülürsün bunun için-
nasıl başladığı önemli değil. aslında çoğumuz aynı filmi farklı senaryolarla oynadık. birileri yabancıyken, gelip her şeyimiz oldu. onları mutlu etmek için elimizden geleni ardımıza koymadık, yüreğimizi ortaya koyduk ve hayaller inşa ettik onlar üzerine. çok sevdik, çok sevdiğimiz kadar hiç sevilmedik. bir noktadan sonra acı çekmeye de alıştırıldık, hatta bu durum hoşumuza bile gitmeye başladı, çünkü seviyorduk. sevmek katlanmaktı, başka çaremiz de yoktu. hep iyi olacak diye
bekledik, içimizdeki umut asla bitmedi. "ya severse sonradan.." diye çaresizce avunup durduk, sonra gittiler, ilk başa döndük; birileri her şeyimizken, yabancı oldu. nasıl bittiği de önemli değil, hepimiz aynı finali farklı biçimlerde, ama aynı kalp kırıklığıyla yaşadık.

ve bütün bunlar bize tek bir şey öğretti;
ip inceldiği yerden,
insan incindiği yerden kopar...
Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman,
çünkü iki yüzüyle karşına çıkar hayat.
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
ateş de pay alır kendine soğuktan.
"Ey Sevgili!
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni"

*Şems-i Tebrizi
şimdi
elini müzik çalarına götür,
listedeki en hüzünlü şarkıyı benim için çal,
ve benim için yak bir sigara,
beni düşün...


düşün,
ki bir anda çıkıverişimi karşına,
yüzümdeki o şaşkın, o aptal ifadeyi
gözlerimin içindeki parıltıyı
ve sesimdeki titremeyi, düşün!

nasıl başladık bu serüvene,
ilk numaranı alışımı,
ve sonrasında her sabah attığım "günaydın" mesajlarını,
buna bir süre sonra ikimizin de alıştığını,
olmayınca sanki koca bir eksiklik yaşandığını...

kavgalarımızı,
sohbetlerimizi,
en saçma konularda bile didişip durmamazı...

düşün...

kırgınken bile,
sen "canım" der demez,
sanki hiçbir şey olmamış gibi,
sana "ömrüm" deyişimi
ve bununla birlikte
dünyanın bütün olumsuzluklarından sıyrılışımı..

düşündüklerin arasında
"beni hiçbir zaman sevmediğin" de olsun mutlaka,
sadece seviyormuş gibi yapışını,
her an gitmeye hazır oluşunu,
sana "seni seviyorum" derken ki susuşunu,
bunların hepsini düşün.

hatırlarsan
bir gül alıp gelmiştim sana en son
ellerini tutup
"benimle kal n'olursun" diye defalarca yakarmıştım,
bunu da düşün,
ellerini çekip
"ben hiçbir şey hissetmiyorum" deyişini,
bütün hayallerimin içine edişini,
gidişini..


düşün sevgilim, iyi düşün.
tüm bunlar hala gelmene yetmiyorsa,
birazcık olsun, yetemiyorsa!
için sızlamıyor, miden bulanmıyor
gururunun a... koyup, gelemiyorsan.
siktir et aşkı, kim ölmüş yalnızlıktan.
şimdi
kapat müziği,
söndür izmariti,
hiçbir şey olmamış gibi devam et,
beni bir daha düşünme sen..

umarım,
kendine, kendin gibi birini bulursun
başka da yok sözüm.
"dön ulan dünya, beni kusana kadar... "

unuttum ya da unuturum diye kendimi aptalca teselli etmiyorum,
unutmadım fakat,

seni,
ananı sikeyim..

eğer benim gibi,
bir beklentinin içindeysen
üzerinde emanet gibi duran aşklar bulandırdıysa eğer mideni,
ve sende barındırıyorsan içinde bunlardan
sahiplendiğin birini andırıyorsa ayağa düşmüş kadınlar, bul
döndürüyorsa başını iki kadeh rakı hala,
zihninde bir kadını yatağa atmak fikrinden başka bir şey bulunmayan adamlar,
yürüdüyse yüreğinde, koynun ile kalbin arasında varsa bir kapı,
açmadıysa kimse,
çalmaya cesaretleri yok de!
benim suçum değildi diyerek kandır,
bir cesedi yıka yağmur sularını göz yaşıyla karıştırarak,
öp,
insan olarak öldüğünü hatırlatırcasına..

buna bir sessizlik bul ve orada kendine söyle,

"yorulduk ikinci defa aşık olmaktan ve gidip merhaba demeye birine,
sıkıldık aynı konuşmalar içinde aynı şeyi duymaktan,
seni seviyorum artık heyecanlandırmıyor kimseyi ve öpüşmeler çok tanıdık,
bütün ayrılıklar aynı bok,
bütün insanlar hala aynı göt,
şimdi tesadüfen çarpışsak göz göze
tesadüflerin amına koyar,
önüne baksana lan diyerek devam ederiz yolumuza"

incindim, kırıldım gibi basit avuntulara sığınma,
kırılmadı ki yüreğin,
topraktı o da, hayal kuraklığından çatladı....

neyse,
dünya dönüyor,
ama bu son turu gibi...

son turunda dünyanın
iftira atarcasına itiraf et ve
itiraf edemiyorsan iftira atacağın anlamını yok sayarak..

aklına gelir miydi hiç,
hayatımın özeti olacağın?

2 Ekim 2012 Salı

şehri koynuma alıp kaldrımlarıyla sevişiyorum.üzerinden geçtiğin sokakları yalıyorum:seni terkediş biçmim bu!
utanmıyorum hiç!
Kim girerse girsin hayatına, sen artık hep eksik kalacaksın..Çoğun ben de senin, elinin sıcaklığını aldım, sarılışındaki sıkma payını, kokunu aldım, nefesini aldım sen uyurken, onunla yüzümü ısıttım. Ben senden sabah uyanışlarını aldım, günaydın mesajlarını ve o savaş nedeni iyi geceler öpücüklerini..Sen şimdi kime tam kalabilirsin ki, anlamıyorsun değil mi ben senin göz yaşlarını aldım, artık hiç kimse için adam gibi ağlayamayacaksın. Kimse için benim kadar üzülemeyeceksin. Çoğun bende senin..Ne yaptım biliyor musun, senden geriye yeni bir sen edecek kadar bile sen bırakmadım. O yüzden sen artık hep eksik kalacaksın. Kalbi dışarıda unutulmuş bir vücutsun artık.Nefes alman mühim değil, asla tamamlanamayacaksın..

14 Eylül 2012 Cuma

al ömrümü..


canım benim,
az önce uyandım, saat gecenin bir yarısı, üç buçuk suları. genelde hep böyle olur, gecenin bir yarısı uyanılıp bol bol acı zıkkımlanılır, böyle tuhaftır klasik aşıklar. sırf kaideye uymak için 11 saat önceden bir uyku hapı alıp zıbardım. neyse dediğim gibi az önce uyandım, ketila su koydum, mutfakta çaydanlıkta var ama onun yerini tutmaz, bilerek böyle yaptım, çünkü seninde yerini hiçbir şey doldurmuyor. böyle de dengesiz oldum işte... neyse bir acı kahve koydum, kendime gelmek adına. ayık kafayla bazı saçmalıklarımın önüne geçerim diyerekten, ama sanırım arkasına geçtim bu sefer de elimde olmadan. almış başını gidiyor saçmalıklarım, mesela şu an hayatımda olmaman, damlaya damlaya göl olur atasözüne sırtını dayamış resmen okyanus olmakta, bende adeta şaşkınlıkla izleyip bütün bunları g.t olmaktayım. sayende, sağ ol, eksik ol..
(ma)...

ne diyecektim ben sana sahi, neden başladım bu yazıya henüz bilmiyorum. dur elbet bir sebep uydurur

um. şimdi hiçbir gerekçem yok, kahvem masada duruyor, sonra güzelce yudumlarım acı kahvemi, adamın ruhuna tecavüz eden şarkılardan da bir tane açarım... ne çalsam acaba? o kadar düşünmeye gerek yok, sezen aksu'dan "ben sende tutuklu kaldım"...

fark ettim de ne saçma bir şarkı bu, ben sende tutuklu kalmadım ki.. sen bende tutuklu kaldın! şurada, tam da lanet olası göğüs kafesimin içinde bir yerde tutuyorum seni ve hep bende kalıyorsun. ben sende tutuklu kalsam, yerimin yüreğin olması gerekmez miydi? ben sende hiç kalmadım ki...

neyse, şarkı mevzusu adamı bozar, yalnızken her ruh haline sokar.. çocuksu yapar, fahişemsi yapar, kimi zaman cesaretli, kimi zaman da korkağın teki... terk edilmiş bir adam için şarkılar birer cinayet aleti! anlıyor musun? sanmam... anla
(ma)...

boş ver,
gelelim başka bir mevzuya, senden bahsetmeli biraz. nerdesin? kiminlesin? değişti mi sesin? değdi mi başka ellere ellerin?... ama cevap veremezsin ki, yoksun. ister istemez düşünüyor insan bunları, ama inan bilmekte istemem, "ikimiz içinde böylesi iyi" dediğin o iyi halinle kal öylece, en kötü sahnesi bu olsun hikayemizin...

kahveden tek bir yudum bile almadım, sigaradan da. bunları yazarken ihmal ettim onları. aslında iyi oldu, belki uykum kaçmaz, yine uyurum, unuturum bunları bir nebze. olmadı bir uyku hapıyla daha devre dışı bırakırız zihni, zor değil. neyse bunları yazmaktaki tek gerekçem, seni çok sevmem, unutamamam ve dayanamayacak kadar çok özlemem...

canım benim,
uyumadığım saatleri saymazsak, seni hiç düşünmüyorum...

lütfen başını yastığa koyarken, benim yerime kendine "iyi geceler" de, bunu fısıldayarak söyle, sonra içinden "seni seviyorum" de sessizce. tıpkı benim gibi...
ve benim için de sonsuz bir uyku dile...

çünkü,
olmuyor.

13 Eylül 2012 Perşembe

Daha önce hiç böyle hissetmedim. Yemin ederim. Gözlerim sana bakarken kocaman oluyor,seni dünyadaki her şeyden daha iyi görüyorum.Aklıma geliyorsun, gelirken yanında renkleri de getiriyorsun. Mavi oluyor ağzım burnum, saçlarım burnum dişlerim annem babam televizyon buralar hep mavi oluyor. Bir kafe'ye girip sonsuza dek oturmak istiyorum seninle Rize'deki bütün çay tarlalarını seninle içmek, otobüste ayakta kalmak kışın ayakkabılarımın su geçirmesini istiyorum. Beni öperken üzerime su sıçrat, beni severken etimi kanat kaburga kemiklerimi kır çok sıkı sar kimse çözemesin. İnan ayaklarım seninle yürürken şarkı söylüyor siyah siyah gülüyorum, anlıyor musun? Anlamıyorsun nasıl anlayacaksın, telefonu aç ben arayınca ilkinde aç iki kere çalmasın efendim demeni bekliyorum yıllardır.Ben hep yanlış kişileri uzun uzun çaldırmışım ben demek ki yanlış sütyen kopçalarını çözmüşüm, nasıl sevdiğimin farkında değilim seni. Sen gül ben espri olmaya razıyım, sen konuş ben mevzu olurum. Sen sev ben yavru kedi olurum. Bir acayip hissediyorum kemiklerim bateri sopası gibi birbirine vuruyor sen beni sevince gemileri bana bağlıyorlar bu iç savaşların sorumlusu benim, taliban benim kuzey ırak benim, bana operasyon düzenle sevil, tarafımca sevilerek terörize et kendini.Bir tuhafım kendimde değilim konuyu açarsak sendeyim, gelirken ekmek al vodka al şarap al içelim, içip vücudumuzdaki su tükenene kadar sevişelim.Sabah alarmı siktir edelim kahvaltı demleyelim salonu yiyelim mühim değil. Ben seni olağan üstü seviyorum sağlıklı cümleler bekleme benden aşk saçmalamaktır sevgilim lütfen sende saçmala.Saçma sapan işler yapalım.Ne söylediğimi bilmiyorum ne bok yediğimi bilmiyorum. çayım soğudu dur.
Gelicem..

12 Eylül 2012 Çarşamba

"Neden bilmiyorum, bir yerlerde konuşabilirdik ama o bana bunu yazarak söylemeyi tercih etti. Telefonu elime aldığımda ve oradaki "bitti" yazısını gördüğümde düşündüğüm ilk şey neden bittiği değil, neden bu şekilde aptal bir mesajla bitirdiğiydi. Anlamsız ve boş bir kaç dakikalık düşünmeden sonra ona cevap yazdım. Sende bitti sevgilim, ben de aşk zaten var, Acı yeni başlıyor..

9 Eylül 2012 Pazar

Bir kadın,

Bana yaptıklarının karşılığını mutlaka ödemeli! Gözyaşlarım bir hiç için dökülmedi. Yağmurun bile karşılığı varken, altında sırılsıklam ıslanıyorken, benim burada birilerinin desteğiyle ayakta durmama sebep uzaklığın sahibi, farkına varmalı bu acizliğimin! Özenle yaptığım makyajımı bozan, aradığı saatten beri zapt etmek için mücadele verdiğim kalbimi delik deşik edip, pat diye susan, bunun ona geri dönüşünün olduğunu bilmeli! 

Bir adam,

Biliyorlardı,
Başından beri biliyorlardı...
Kimseye acı ya da mutluluk vaad etmedim!
Sesimle övdüm suratlarını.
Varlığıma merhaba diyen o gücü,
Yok sayılamayacak hayatlarının orta yerine oturttukları beni
Hiç kimselerin göremediği kuytularına karşı bağırdığım övgülerimle büyüttüklerini bilmeliydiler...
Ben yarattım sevgiyi!
Hepsi benim, sadece benim adımlarım var...
Onlar olmamak için onlarca kez yemin etmiş olanlardı!
Tutamadılar sözlerini.
Ben değilim makyajının akmasına sebep,
Sensin,
O,
...

3. kişi

Burada oturmuş bok yiyorum. Tadı inanın bana şu aciz hislerinizin ağzımın içinde yarattığı iğrenç kokudan daha kötü değil. Sizi dinlemek ne kadar da tanıdık. Bunları duyduğumda bir kez daha anlıyorum bu dünyada ne kadar az çeşit olduğumuzu. Bir kader varsa eğer, bu yalnızca aşkın, sevginin kaderi olmalıdır. Yoksa bu kadar benzerlik ahmaklıktan öte olamaz! Size diyorum kadın ve erkek, amacınız sadece birbirinizin üzerine çıkıp, zevk naraları atmak! Topu topu beşer dakikalık anlarsınız. Kim haklı? İkiniz de aynısınız, ikinizde ne istediğinizi anlamaya çalışıyorsunuz hâlâ. Seviyor ya da sevmiyor olduğunuzun farkında dahi değilsiniz. Ki bu önemli de değil. Sabah olduğunda salyalarınızın yastıktaki ıslaklığının kuruması kadar zamanlı bu gidişler, vazgeçişler! Gidip gelip aynı haltı yapmak, (bu bir halttır, yoksa pişman olunmazdı) asıl istediğiniz bu. Eğer olmasaydı bu can yanmaları, olmazdı anılar...

Hiç,


Köleliğinize saygı duymuyorum.
Hangi hayvanın kırması duygularınız bunlar, hayret!
Tek bir yol vardı en başta,
Ve siz saptınız...
Herkes saptı!
Bir gerçek varsa eğer,
O da
Şu sapkın sapıklığınızdır!

7 Eylül 2012 Cuma

Gözlerinin rengine birkaç şeker atıp, öyle dindirmek istiyordum içime düşen hasretini. Ve bunun için biraz bana yönelmen gerekiyordu. Şehrim, adresim, ben.. Bekliyoruz.

5 Eylül 2012 Çarşamba

4 Eylül 2012 Salı

Bir gün oğlumun elinden tutup sana getireceğim ve diyeceğim ki ;
"Bak oğlum, bu kadın sen doğmadan önce ölen annen."
Keşke aradığında açsaydım, ya da keşke o mesaja cevap verseydim diyerek yaşadığım kaç an oldu hatırlayamıyorum. Susmam gerektiğinde yapsaydım bunu, konuşmasaydım bir şeyi çözecek gibi.. Ne çok yıprandık, başladığımız yerin ne kadar uzağındaydık ayrılmaya karar verdiğimizde.Sen ne yana gittin ben yolun neresinde yol oldum, yok oldum yoruldum. Neden beklemedik birbirimizi, nasıl gereken tek şey derin bir nefes almakken son nefes dediğiniz şeyi birbirimizden geçerken verdik. Ne desem nasıl anlatsam bilmiyorum, uykusuzum,yorgunum. Hala aşığım..Neresindeysen söyle hayatın, şehrin.. Öleceğimi bilsem de bir sensizlik halinde, söz.. Ben geçerken seni alırım..
Neden bilmiyorum, bir yerlerde konuşabilirdik ama o bana bunu yazarak söylemeyi tercih etti. Telefonu elime aldığımda ve oradaki "bitti" yazısını gördüğümde düşündüğüm ilk şey neden bittiği değil, neden bu şekilde aptal bir mesajla bitirdiğiydi. Anlamsız ve boş bir kaç dakikalık düşünmeden sonra ona cevap yazdım. Sende bitti sevgilim, ben de aşk zaten var, Acı yeni başlıyor..

31 Ağustos 2012 Cuma

Aşk ne görsel bir olaydır ne de göreceli..
Üç harf ve tek heceli; Tıpkı SEN gibi..

Sunay Akın
''Unutamayacağım bir doğa olayıydı yüzün gamze. Bulutlardan değil, kendiliğinden gölgelenen bir güneştin sanki.

Ne söyleyeyim daha? Kafam ve ellerim dinlemiyor beni. ''
Bir şeyler düşünmek istiyordum. Unutmak için. Ya da unutmuş görünmek için. Bir şeyler düşünmek ve acı adındaki yılanın vücudumda dolaştığını unutmak istiyordum. Ama olmuyordu. Yılan parçalıyordu. Kurduğum her hayali delip geçiyor, gözümün önüne gelen her şeyi yutuyordu.

26 Haziran 2012 Salı

Benim dilim, senin hiç duymadığın bir şarkıyı söylüyor şimdi. “Müsait bir ayrılıkta inecek var” bu şarkının adı. Ömrünü ömrüne ekleyecekleri ömürlerinden gönderenlerin hep yarım kalacak bir cümlesi vardır ve o cümlenin noktasını zaman acıyla koyar. Hadi ben şarkılara şiirlere sığınırım da… Sen? Sen daha ne kadar susabilirsin bu iklimde? Bak sustukça artıyor acılarımız.
Kahraman Tazeoğlu
“en neşeli kahkahanda bile bir keder gizli.” derken, işte tam da bunu anlatmaya çalışıyordum. Senin şekerle tatlandırılmış göz yaşların var. Kahkahaların en gizli ağlama biçimin aslında. Herkesten gizliyorsun acılarını. Üstelik bu gizlediğin acıların üstünü gülüşünle örtüyorsun. Sorarım şimdi sana; senin acın kaç şekerli?
Kahraman Tazeoğlu
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esi...yor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
... Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
Cahit Sıtkı Tarancı
UZAKTA OLANA
Gözlerimle seviyorum seni,
çünkü uzaktasın,
en çok ellerin uzakta, o bir kuş kadar cansız soğuk ellerin.
Gözlerimle seviyorum seni, her gece gözlerime hapsedip,
rüyalarımda seviyor, okşuyorum seni...
bi gözlerin, bi gözlerim yetiyor sevgiye...

24 Haziran 2012 Pazar

Allah kalbimi biliyor ya, o an içimden geçen tek şey; beni bağrına basmasıydı.. 'Ağlama' demesi değil.
Yakınında olmasam da kalbine dokunabiliyorsam , sen benimsin....
Sevgilisinin her anını fotoğraflamaya karar verir adam. Giderek bir saplantıya dönüşür bu. O kadar çok fotoğraf çekmeye başlar ki, sonunda kadın bıkar ve gider. Bu kez adam, kadının yokluğunun fotoğrafını çekmeye başlar. Kadın “her yerde olmadığı” için her şeyin ve her yerin fotoğrafını çekmeye başlar adam. Giderek kadının yokluğu, var olan her şeye yayılmaya başlar böylece. O yüzden bir genç adam da elinde kara bir boyayla dolaşıyor Mersin'de bugünlerde. Her yere yazıyor:
“Ne olur geri dönme”
Bunun ne acıklı olduğunu, ne korkunç bir ask olduğunu biliyor adam. Peki kadın biliyor mu? Adamın nasıl bir isyan ve inatla bu aşkı başından kovmaya çalıştığını? Geri dönse adamın yeniden bütün şehri dolaşacağını… Bütün şehri dolaşıp tek tek o yazıların üzerini daha da kara bir boyayla kapatmaya çalışacağını… Hayatın maskarası olduğunu düşünüp düşünüp enayiliğine ağlayacağını. Şimdi, bugün, hayatın karşısında böyle maskara olmamak için bağıra bağıra yazdığını o cümleyi:
“Ne olur geri dönme”
Ve bunun dünyanın en güçlü geri dön çağrısı olduğunu.

  Mersin'de genç bir erkek, bugün, delirircesine istiyor bir kadının geri dönmesini. Şehir duvarlarının manşetlerine taşıyor bunu. O adama işte, kolay gelsin diyorum....

21 Haziran 2012 Perşembe

Ne vakit,
Kurduğun bir düşün içinde düşsen,
Dizlerinden önce kanamaya başlayacak yüreğin..
Sessizce,
Koca bir sessizliğe gömüleceksin..
Ellerinden tutanın da olmayacak..
Tutunacak dalların çoktan kırıldı artık..
Sıkışmışken koca dünyanın içinde,
Yalnızlığın çemberinde voltalar atacaksın..
Ve öğreneceksin;
''Yalnızlık Ertelenmez''
Ezberleyeceksin hatta..

Sana otuz üç gün uzaklıkta bir şehirde oturuyorum, senden arta kalan anıların bıraktığı kokuları soluyorum… 33 gün yakınım sesine… Yüksek voltajla çalışıyor hislerim.
Az kişiyi tanıyor, yaralarımdan sızan sensizliği az kişiye gösteriyorum. Öyle anlatıyorum seni öyle tanıyorlar bende bıraktıklarını… her halim yabancı, her halim soğuk ve her halim senden ayrı…
Ne olur bağışla beni istediğin biri olmam için çok çabaladım çok kez farklı birilerini çağırdım bedenime.olmadı yapamadım.kötüyüm ben ve bir o kadar ahlaksız.o düzene bağlayamadım ayakkabımın bağcıklarını.küfrederek arınmayı öğrendim.devletin en sevmediği çocuğum bilyelerimi yutunca öleceğim!
Sana otuz üç gün uzaklıktan yazıyorum bu mektubu söylediğimiz şarkıları dökerek üzerime…ıslanıyorum donuyor sonra yanıyorum…bu şehir güzel ve huzurlu.Sadece senle dolu.tek seferde içiyorum köpüklü biramı,kimse sormuyor alnımda yazılı olan kederin sebebini…kimse bilmiyor içimdeki özlem ateşini...
...
'Yar'da iman kalmamış,
bilmiyor hallerimi..''
..
oysaki tek isteğim
sana günaydın dediğimde
yanımda uyuyor olmandı...
Kokun terketmiyor burnumu. Ve parça parça aklıma kazındığı kadarıyla birleştiriyorum yüzünün parçalarını odamın tavanında.En net parça gözlerin... İri, yeşil gözlerin... Gerisi yok. Gerisi hayal. Gerisi zorluyor beni. Dudakların, burnun, boynun, yüzündeki ayrıntılar hepsi silik silik, hepsi kayıp... Yoklar. Bir kez daha görsem sadece bir kez, tamamlanacak sanki hepsi...

18 Haziran 2012 Pazartesi

Dilini yutmuş, odalara bölmüşken aklını
“beni susarken bölme” desen kaç yazar eksiğine
En fazla çığlıklarımın yankılandığı
Bir oda daha eklersin ruhuna
Susmak senin isyan biçimindi
Benimse ömrüme atılan çentik
Sessizlikten öleceğim sanırdım
Gözlerin konuşmasaydı…

Karşılıklı iki aynaydık
kendi kalabalığımızda kaybettik birbirimizi
şimdi tüm sırlar dökülse de
çıplak kalamayacak kadar suçluyuz
kırık ayna uğursuzluğunu yüklenmişken
hangi aynayı yakıştırsam yüzüme
sancılarım dökülür sesimden

sek sek sanmışken aşkı
gözden kalbe, kalpten kaleme tek ayak geçerken
sendeleyip düşmek mızıkçılık sayılsa da
düşüşü en keyifli oyundu sevda
ve pansumansız yaralarımızdı ispatı

ömrümün hastalığıydı rüzgarlar
ağrısı dinmedi saç diplerimde
köprü altı ayyaşlığına sığınıp vazgeçtim adreslerden
avucumun içinde saklıyken ölüm
duraklar hep, aklımda saklı gözlerine çıktı
ölüm bile merhemim olmadı sardunya katmerleri kadar

çığlıklarımın özrünü sebebi yutmuşken
rüyalara saklanmışken karmaşam
ellerinden büyük ellerim kurtarabilir mi ruhumu
bünyendeki su kuşunun kanatları acıttıysa canını
ömrümü dilesen de az kalır ödenecek bedele
susmak onaylamaksa ve hatırlatacaksa suretimi
“beni susarken bölme” desen
düşer miyim ömrünün kıyısından hiçliğe..

tüm do minör isyanlarım sahiplenmek adınayken
beni çıldırırken bölme
yaşının kıvrımlarına yaslamışım çocukluğumu
beni susarak büyütme…
Hayli geçkin çizgiler, debelenirken ruhumda; kaçak duygularım bir aşağı bir yukarı volta atarken, bedenim eşikte bekliyordu.
Vasati birkaç saat içinde, beyaz koridorun sonunda, aralanacak kapının ardından şecerenamem elime verilecekti.
İçeriden gelen seslerin, aykırı soluk alıp vermesinden iyiden iyiye işkillenirken; üzerime üşüşen, yoğun yalnızlığın sinikliğini de katıp içime, küçük bir pencereden gökyüzüne dokunmaya başlamıştım.
Rutubet ve küf kokan bu odada, kelâmlarımın, gökle olan işveli muhabbeti, dokunaklı bir hâl almıştı. Uzun zamandır, minik çerçeveler içine yerleştirdiğim yaşamımın kıvrımlarını gören bulutlar, bakışlarımdaki sığlığın sebebini sormaktan çekinmişlerdi, hissetmiştim.
Talan edilmesin diye çok defa ruhumu inzivaya çekerken, dönüp dolaşıp bir uçurtma misali kendime sığınıyordum.
Yine, aynı şeyi yapıyordum. Çocukluğum, sarmallar halinde çoraklaşan geçmiş zaman merdivenlerinden paytak adımlarla iniyordu.
Yıldızların gökyüzündeki tedirgin dalgalanmasıyla oyunlar oynarken ve sığınakçı düşlerim, hiç uykudan uyanmayacak sanırken, olanca hızıyla geçip gitmişti, iradesini kaybeden zaman...
Akabinde ise dokunulmaz bir içgüdüyle yazgım çizilmişti.
Ara sokaklardaki ıslığıma, durağan rüzgâr çıngırağı eşlik etmeye başlamıştı.
Ilıman bir güney esintisinin tatlı sert tavrıyla, gözü karanlık ruhuma seni kabul ederken, sessizliğinin; baştan çıkarıcılığının, yarım asırlık hüzünlerle beni cezp edeceğini nereden bilebilirdim.
Hıçkıran, ayaz gecenin huzuruna çöreklenen, bir balıkçı teknesi getirmişti seni bana…
Uzaklardan ağır ağır çok sesli bir akisle yanaşırken sahile, kör bir düğümle sükût ediyordu, öteleyemediğim sırdaş yalnızlığım…
Gözlerime çöken gölgenin, farkına vardığından olsa gerek, acemi bir tebessümle karanlık yaslarını anons ettiğinde, sılada unuttuğum yüreğimi, istila etmiştin.
Rıhtımdaki varlığının serinliği, virane sessizliğime vurduğunda feleğim şaştı.
Yüreğin, soluduğum nefesle içime dolarken; sözlerinin etkisi bir şimalin parıltısında zihnimi uyuşturdu.
Uzayan bakışlarınla günah çıkartıp, sensiz an’ları devirirken, yokluğuna akan vakitler, sanki tafra yapıyor ve bunca zaman bir başına bırakılmışlığından muzdarip, kaba saba bir başkaldırıyla, küfürler savuruyordu.
Sen, varlığın külliyatına işlenmiş büyülü bir esrarın çığlığıydın…
Uzun yıllar boyunca katmer katmer artan yalnızlığımda, sanki hep vardın.
Hiç bilmediğim yanımdın.
Sessizliğim ardındaki gam seline yağan ve yakarışlarım üzerindeki tahribatı sarıp sarmalayan, adı konmayan bir mevsimden esen; selen meltemiydin.
Çılgınca akan bir şelalenin gölgesinde, hep uzaklardan seyre daldığım ışık huzmesiydin.
Aklanmıştı yaslarım, yüreğinin dalgın akıntısına kaptırmıştım kendimi…
Yüreklerimize, sıradanlıktan çok uzak bir haz bulaşmıştı.
Her gün batımında kıyılarımıza dokunan denizin, efsunlu salıncağında, geceye aryalar armağan ederken, dalgalar ile göğün sır dolu aşkını anlatırdın.
Sonra, geceyi efkâr basardı. Sen dur durak bilmezdin.
Üzerimize yapışan kahır dolu boşluklara, etrafımızda dolanıp duran kahkahalarımızı çağırır, düşlerimizi allayıp pullasın diye, yıldızlarla işbirliği yapardın.
Sesinin ruhuma dokunuşunu, kavruk yalnızlığıma her daim iliklemek istiyordum.
Yüreğimin çatısındaki köhne köşelerden seni uzak tutup, izahı olmayan bir döngüyle zincirlerle bağlanmışken; kayan zamanın miladını birden bire doldurmasından korkuyordum.
Ruhlarımızdaki geçmiş vakitlere ait kırıklıkları ise her daim kolaçan ediyor ve içimizdeki sökükleri ardımıza bakmadan kundaklıyordum.
Senin haberin yoktu…
Bir rüzgâr esti, kehribara bulanan bir akşam vakti...
Aniden açılan kapının ardında, gidişin olduğunu bilmiyordum.
Umutlarımın karanlığa düştüğü yollarda imzasız bir veda mektubuyla yitirirken seni, kurşun yemişti çaresizliğim…
Boy veren isyanlarım, metanetli davranamazken, iç geçiren sessizliğimin ardından; kopmaya başlamıştı, kızılca kıyamet…
Yoksunluğunun çığlığı, kıyıdan esmeye başladığında, ben hâlâ kaybına inanmak istemiyor ve kuytu bir köşede gelişini gözetleyen kimsesizliğimle duâ’lar gönderiyordum. Tanrıya…
Arada kaç zaman devrildi, kaç mevsim geçti.
Gidişinin ertesinde, maviyle dost, okyanusla sırdaş ve geceyle berduş olurken; yakamozla dalgalara, dalgın notasız ezgiler gönderdim.
Buğulu bir hıçkırık, boğazlarken sensizliği; hayli gergin acılarıma düğüm üzerine düğüm atarken, kendimle baş edemez oldum.
O gün bu gündür…
Kör bir tünelde asılı kalıyor bakışlarım, boşlukta yalpalanıyor.
Sessizliğimin, gıcırdamaları duyuluyor.
Kapı eşiğinde bir kız çocuğu, darağacında sallanıyor.
O gün bu gündür...
Martılar malum, sensizliğin kıyılarına uğramıyor.
Anılarla yetinmeyen düşlerim, ‘’sen’’ diye sayıklıyor.
O gün bu gündür…
Beyaz koridorlar arasında, gözyaşlarım bin parçaya bölünüyor.
Kollarım bağlanıyor, çığlıklarıma kilit vuruluyor.
Kim bilir kaç asır sürecek yokluğuna alışmam için,
Ruhuma, yüksek dozajlı iğneler batırılıyor.
O gün bu gündür…
Kırışık siyah gece, gitmiyor karabasanlarımdan…
O gün bu gündür…
Okyanus sevdalısı ruhuna, bizi anlatıyorum.
Beyaz koridorlar ardından…
Gece, bazen nefes almak ister,
Gece, bazen soluksuz kalmak ister,
Gece, bazen eteğindeki taşları savurmak ister.
Gece, bazen baştankaraya vurup, sensizliği yırtmak ister.
Ay’ın karanlık yüzümü bizi üzerine çekmişti?
Yoksa ay mı karanlığını bizden almıştı?
Gecenin, en mahrem dokunuşlarını ulu orta sergilemek istediği ve zamanın dizlerini dövdüğü, dermansız vakitlerdi.
Üzerimize örtülen ıssızlığa kadehler kaldırıyorken, akşamın seher vaktinde dibe vurulmaktan korkmayan ve yalnızlığın menzilinde hiçbir zaman ıskaya uğramayan iki yürektik.
Bazen, kendimizden tası tarağı toplayıp, gitmek istiyorduk. Bozguna uğrayan düşlerimize çelme takıldıkça, sabrın sınırlarını zorlayıp, yüreklerimizdeki şeklini ve şemailini kaybetmiş sevdalara, ritmi bozuk sözcükler gönderiyorduk.
Ve eminim ki, kulaklarını olanca hızıyla çınlatıyorduk.
Birbirimizin yüreğinden akan sözcükler, alkolün damarlarımızdaki seyrinden dolayı, darağacımızda zaman zaman asılı kalsa da, içimizdeki özlemlerle koyu bir sohbete dalmıştık.
Dostum, uzun yolların ardında avare bir yüreğe tutunmuştu.
Yalnızlık teninde, karabasan geceleri inletse de, dilinden düşmeyen tek cümlenin şahidiydim. ‘Gözlerinin rengine bir isim bulamadım’ diyordu.
Kadehinden bir yudum alarak, buğulanan bakışlarıyla, ayın parıldayan yüzünü seyrederken, sevdiği adamın adı dilinde tükenmeyen tek heceydi.
Biliyordum…
Böyle vakitlerde sızlayan sessizliğine kimseyi davet etmezdi. Yüreğinin yorgunluğuna, yarım kalmış şarkılardan ezgiler gönderirdi.
Yalnızlığına ise; hiçbir zaman gün yüzene çıkarmadığı, içindeki çocuğun bakir düşleri eşlik ederdi.
Hoyrat yaşamın rüzgârından payını almışlardı. Tedirgindi artık hayalleri, farklı şehirlerde olsalar dahi, aynı pusula ile yön bulma çabası içindeydiler.
Aralarındaki uzun yollar özlemlerini bazen zıvanadan çıkarsa da, bu savrulmanın ertesinde olanca hızıyla yeniden birbirlerinde son buluyorlardı.
Kara kalemle boyanan yazgılarına, zaman zaman gün ışığının halesi vursa da, bir tabloda birbirine teğet geçen, iki kırık çizgiydiler.
Uzakları kendine yakın etmeye çalışan bir kadının, dile gelemeyen sözcüklerinde, bir adamın eskimeyen sureti asılı kalmıştı.
Ondan ayrı kaldığı yetim zamanların efkârı ile sigarasının dumanını içine çekerken, hüzünlerimiz zaman zaman çakışıyordu.
Kumsalın, ışıltılı yüzüne düşen gecenin puslu hali; dalgaların hırçınca ayaklarımıza vurmasıyla, çakır keyif olan yüreklerimizi kendine getiriyordu.
Gökyüzünden üzerimize yağan yıldızlar, genzimizdeki ekşimsi tat kadar buruktu.
Denizin hırçın yakarışlarına, uzaklardan ahenkli bir ses eşlik etmeye başlamıştı.
Piyanistin notalara vuran çığlığını da aramıza davet edince, müziğin dokunuşları, özlenen an’ları sanki ten’e işliyordu.
Sessizliğin farklı dilleri vardı. Bir şekli, bir adabı ve hırçın dokunuşları…
Soluksuz acıyan gece, sırtına yüklediği, viran anları tek tek toparlamak istiyordu.
Umutlarını hangi zamana kilitlemişlerdi?
Anadan doğma şeffaf düşleri, hangi devrik vakitlerin altında ezilmişti?
Savruluyordu rüzgâr, dalgaların geceyi içine çekmesiyle, yüreklerimizde tutunamayan ve yavaş yavaş yüzleri silinen eşkalleri sürgüne gönderiyorduk.
Keza benzer hüzünleri içimizde barındırırken, uykusuz kalmış düşlerimize kadeh kaldırıp, içten içe bir o kadar da ayın parıltısını kıskanıyorduk.
Gittikçe soğuyan acılarımızın ardından, kayıplarımıza bir imza atarak, bu vurgun vakitlerinden gitmek istiyoruz.
Bir süre boşluğa bakarak, gecenin yüreklerimize tokatlarını umarsızca seyrediyoruz.
Hayallerimizden küller savruldukça, aklımızdan geçen sorgulara yeni yetme gidişler hazırlıyoruz.
Geceyi geriye sarıp, ay’ın arsız gülümseyişinden bir parça içimize alarak, çıkmaza uğrayan cevapları kıyamete gönderiyoruz.
Gide gele yakarışlarımızla aşınmış kumsala, kırıklıklarımızı döşerken, tek bir cümle ayın karanlık yüzünde beliriyor…
‘Gözlerinin rengine bir isim bulamadım…

15 Haziran 2012 Cuma

Seni seviyorum, ama nasıl: Avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp parmaklarımı kanatarak kırasıya, çıldırasıya.
En çok sevenin başkentiydi yalnızlık...
Bir gün beni anlayacaksın,
anlaşılmaktan nasıl korktuğumu, her lafı nasıl seçerek konuştuğumu, "ya anlarsa sevdiğimi.." diye nasıl düşündüğümü, aç mı susadı mı diye her dakika düşündüğümü, uyuduktan sonra üzerin açık mı diye nasıl merak ettiğimi, başına bişey geldi mi diye nasıl düşündüğümü, her şeyi, hepsini ve bunları anladığı gün, benden gider mi diye düşünmeden edemediğimi..

Zamanı gelecek ve anlayacaksın..

13 Haziran 2012 Çarşamba

Gitmen seni sevmemi engellemiyor anla artık; sen yokluğunda da varlığımsın...Hiç gelmeyecek olsan da, bundan sonra yine de varlığım kalacaksın. Seni hep beklemiştim asırlardan bu yana... Geldin; varlığınla beni mutlu ettin. Şimdi gittin; yokluğunla bile mutlu ediyorsun. Çünkü senden bana kalan şey o kadar güzel, o kadar özel ki...Gel demiyorum sana, demeyeceğim...Gittiğin yerde mutluysan eğer bu da bana yeter. Sesinden mahrum kalmışım ne çıkar? Senin özleminle her gün canım daha bir yanmış ne çıkar? Yokluğunu varlığa çevirebilmişim ya, bu da bana yeter...
Üşüdüğümüzde camı kapatmak kadar kolay olsaydı keşke sevilmediğimizi anladığımızda o kişiye yüreğimizi kapatmak."
Herşeye biraz "SEN" Katıyorum artık..Bazen bir bardak çaya.. Bazen bir yudum suya..Bazende bir lokma ekmeğe.. Anladımki bu hayatın tadı yokmuş..Bir parça "SEN" olmayınca♥
En güçsüz anlarımda gücüm, kimsesiz anlarımda kimsem olmalısın sen..
Bugün seni ne kadar çok sevdiğimi, ne kadar çok benimsediğimi fark ettim. Dışarıda olan insanlar gibi değiliz. Birbirimize karıştığımız için herhangi biri olmamız mümkün değil. Sen bir başkası değilsin. ama ben hep senim. Senin baktığın şeyleri ben görüyorum. senin sahiplendiğin şeyleri ben seviyorum. senin dokunduğun şeyleri ben hissediyorum. senin konuştuklarını ben düşünüyorum. farkında mısın ? ruhlarımız hep birbirinde rehin. ben olmazsam sen olmazsın, sen olmazsan ben olmam. bırakalım bunları bir kenara. biz hep, 'biz' olalım.

12 Haziran 2012 Salı

Tek bir bedduam var , sarıldığın her insanda beni hatırla..

Bob Marley
             Sana dair...

       etkileyici olan gözleri değil, ince çizgilerle yayılan parlak bakışları…

     Fotoğrafını gördüğümde bu satırlar geçti aklımdan. Çünkü gözlerinden yayılan parlak bakışlar sonsuzluğa uzanıyordu. Egosunu sadece güzelliğiyle besleyen kadınlardan değildi. Öyle olsa Tanrı’nın varlığını yalnızca bedeniyle doğrulayan birisine akıl vermesi safdillik olurdu. İnce bir kalemle çizilmiş gibi duran kaşları karakterinin güçlülüğünü ele veriyordu. Bu güçlülüğün karşısında yaratmış olduğu kendine özgü sistemi, karakterinin baskınlığını maskeleyen bir nezaketle süslenmişti. Nezaketin ardındaki dehşet verici duyarlılık ve yaşam enerjisi zaten bakışlarına da yansımıştı ancak bu Kayserili kızın özgünlüğünü ilk bakışta ele veren bakışlardan önce ismiydi:Gamze KARAOĞLAN



Zeki ve duygusal biri… Ve kuşkusuz ki onu anlayacak ya da en azından anlayabilmeyi deneyimleyecek birini bulmanın dayanılmaz imkansızlığı vardı aklında. Tüm hayatı tıpkı kendi gibi açık yüreklilikle paylaşabileceği, gözlerinden yayılan parlak bakışların onu götürdüğü yere sevgilisini de götüreceği biri. Tıpkı Adorno gibi düşünüyordu belki de: Yarın eğer hala umut varsa bu, bugün umutsuz olduğumuz içindir…. Hayır, bu bakışları gören onun umutsuz olmadığını anlardı…

Gamze Karaoğlan… Bakışları ışık seli gibi akıyordu; erimiş metal kıvamında…

Sanki aradığı mutluluktan çok daha büyük, çok daha görkemli bir şeydi…





10 Haziran 2012 Pazar

nefesim soğuk,
çarpışan renk cümbüşünün gözlerine döküldüğü yerdeyim
gökyüzüne baktığın zaman mavi oluyor gözyaşlarım
acizliğime baktığın zaman, mat bir kırmızı
saçların yoruluyor, okşuyorum
ağlamaktan şişmiş gözlerime koyunca buz oluyor saçların
kesilmiş bileklerime koyunca yara bandı
düğmelerimi açıp kalbime götürünce, ip oluyor

hayata bağlanıyorum, sakın kopartma...

umudum buruk
ismim küfür oluyor dilinde, sen bana seslendin diye siktirip gidiyorum
çal
geleceğimi, kapımı, kalbimi...
çal
uzun bir ıslık...
çünkü ancak bir ıslık savrulur ağzından sağa sola benim gibi...

nefesinden çıkan bir cümle oluyorum,
nefesi verdiğin gibi, almayı da unutma...

yağmurlar kuru
boğazıma batmış cam parçalarıyla birlikte gökyüzüne yükseliyorum
bir yağmur damlası inerken yere, beni de atıyor aşağıya kadar
gözümü kapatarak yağıyorum
denk gelip üzerine yağmak ve temizlemek günahlarını
elbet istiyorumdur...
elbet istiyorum.
elbet istiyorum, Dur...

yağmurlar çok ıslak, sen onların yetemeyeceği kadar kirli...

"kırmızı ruj ve gölgeler"
ışıklar bir kez de benim için sönüyor
bir kez benim için yağmalanıyor bu gece şehir
ölümümü düzenli olarak kutlamayacak kadar çok seviyor musunuz beni?
kırmızı rujlu kadın susuyor.
kırmızı rujlu kadın makyajını tazeliyor.
insanlar gölge olup saklıyorlar kadını benden
kadın gölgelere sarılıyor, saklanıyor

hepiniz plastiksiniz.
karakterleriniz kırılmaya müsait, ikinci kalite, yapmacık, ucuz ve basit...
sende öylesin kırmızı rujlu kadın.
sende öylesin gölgeye dönüşmüş adam.

gölgeniz bir bu şiirin, bir benim üzerime düşmez.
çünkü biz kazandık. çünkü iyiler kazanır.
çünkü sen, "kırmızı rujlu kadın !"
gölgede her renk, siyah olmaya mahkumdur...

Onur Budak
Alışma bana, ne yapacağım belli olmaz..!
Bugün varım yarın birden yok olurum.
Dokunma bana, kapanmamış yaralarla doluyum.
Canımı acıtma, bir yara da sen açma..!
Sevme beni yoğun duygularımda kaybolursun tutuşursun.
İsteme beni, yasaklarla boğuşursun, engellerle doluyum.
Çözmeye çalışma sakın, seninle karışır iyice kördüğüm olurum..
Anlama beni, ben kendimi bilirim, ben böyle mutluyum..
Aşkı yaşatmamı isteme asla, ben aşka yıllardır inanmıyorum..
Güveniyorsan kendine, inandır aşkın varlığına..
Sonucunda öyle bir aşk yaşatırım ki..!
Vazgeçemezsin tutkun olurum.
Yıkabilirsen duvarlarımı, sakın bırakma beni.
Tüm tutkularım ve gücümün arkasında;
Hala minik bir çocuğum.
Büyütemezsen; kaybolurum!..
Olur da telefonun çalarsa bir gün ve ekranda benim numaramı görürsen, lütfen cevapsız bırakma. Anla ki; son çaremi kullanabilecek kadar çaresizim..
Nereden bileceksin sevgili
Her gün resmine bakıp sana gülümsediğimi
Sabah evden çıkarken 'Allah'a ısmarladık' dediğimi
Resmini baş ucuma koyup uyuduğumu
Senden gelecek mutluluğu , resminden beklediğimi sen bilemezsin sevgili !

6 Haziran 2012 Çarşamba

kişisel manifesto trajedisi

-sen.!
varlığı içinden alınmış bir dünyanın tam içindesin!
içinde neler olup bitiyor bilebilecek misin?-

 
bu gece içimde -ardı arkası bir türlü kesilmeyen- iç çatışma bir süre sonra baskı ve şiddetle susturuluyor.
bu suskunluk hali fırtına öncesi sessizlik.
biraz dinginlik ve biraz kırgınlık.
ama yalın
güvensizlik.
güvensizliğin ardında daha büyük engeller var, evrensel boyuta taşınamayan yargısız infazlar, özgünlük arayışları, nefsi müdafaalar, toplu katliamlar, dev gibi yıkımlar, kitlesel imhalar ve kesik çığlıklar var.
büyük ideolojilerin bile boy ölçüşemeyeceği değer yargılarını koleksiyonumun içine ekleyiveriyorum farkında olmadan.
normal olandan farkı ne bu –gecenin-?
fark edemiyorum.
uzun metrajlı bir orta çağ avrupa’sı filmi ya da eş zamanlı bir çeşit günah çıkarma manifestosu, kendi manifestomu başkalarına bırakmıyorum, kendim hazırlıyorum.hükmü çoktan verilmiş; çok tanrılı inançların bıraktığı milattan öncesi o hissizlik, hicri takvime göre ay anlattıklarımdan henüz çok çok uzak üstelik.

madde 1 ) eğer bulunduğun yerden uzaklaşamıyorsan
kendinden -hiç- uzaklaşmamalısın !
bu gece “öyle olur ya hani arada” dediğimiz -o gecelerden biri-
bir türlü uyumlu sesler çıkarmayı beceremediğim; –bir hayli uyumsuz, bana uymayı beceremeyen- bir mızıka, sessiz iç çekişler, hüzünlü gitar sololar; saklayamadığım hüzünlerimle birlikte bir köşede duruyor.
yalın olayım, her şey olduğu gibi öylece kalakalsın, –ben olduğum için- , aynı benim gibi anlaşılsın diye söylediğim her bir kelimenin kısa süreler sonra; tabulaşıp da anlaşılmadığını fark ediyorum, üstünden uzun bir vakit geçmeden.bir hayli de vakitlice.tam vaktinde;
düşler bir emanet yortunun peşinde
bir trajediye misafir olmadan önce
üstelik bu trajedi trajikomik terliklerle
bir kız tarafından sergilenmekte
sahne uyumu mızıkasıyla eş değerde
gözlerimi kapatıp ritmik düşsel tınıları bir çırpıda karalıyorum daha kalbe ulaşamadan.ellerim cebimde kim bilir hangi sokakta bir kelebek etkisi arayarak dolanıyorum.elim ayağıma dolanıyor. ayrıntılara takılıp kalmadan ama. nasıl olsa bundan sonrası ironinin ötesine gidemez.
sözde kalır.içte kalır.benim içimde kalır.

Madde 2 ) bir şey her ne kadar can yakarsa yaksın,
Dayanma gücünü asla aşamayacağına inanmalısın !
bu gece.!aslında her gece gibi bir gece.
her şey alıştığımız gibi, olması gerektiği gibi.etken çatılı yüklemlere şimdiden alıştım bile, bunun için birinin beni etkin kılması gerekiyordu belki de.
kendimi bırakıyorum bir müddet sonra daha fazla direnemeyip.
kendimi an’a bırakıyorum.kendimi o’na bırakıyorum.
-zam’an-a teslim oluyorum bir anlamda.
olaylara müdahale etmek benim elimde değil. artık bu ben değilim ki.duygularım vücudumdan alınmış.hissiz.yaşayan ölü, içi geçmiş ceset…kılımı kıpırdatmadan izliyorum şimdilik.
olaylar kontrolümden çıkmaya başladığı an müdahale edeceğim.!
yargılamadan infaz edeceğim.!
bir bir yıkacağım kendi ellerimle duvarları !

Madde 3 ) “sonunda her büyük karşı koyuşun
görkemli bir teslimiyet vardır ki unutmamalısın !”
bu gece yazdıkça tüketiyorum içimi.!
düşlerimin bulanık atlasında içime sinmeyen bir şeyler var sanki.her şeye hemen kanıveriyorum.hüzünlü gitar sololar bırakmıyor bir türlü peşimi.
karanlığın yok dili, karanlığın kör gözleri, karanlığın duymuyor kulakları.
karanlık bilmiyor halimi.
bir kardeşlik payı bıraktım henüz kabuk bağlamakta olan dudak bükmelerime geceden; o da nasiplensin diye ve ben olduğum yerden ve yani çizdiğim sınırlarımla hayattan hakkımı alarak bağıra çağıra, ite kaka, sarmaş dolaş, düşe kalka çekilip bir köşeye savurduğum küfürlerim bile henüz elimde; küfre ve dahi şirke, adalete, delalete ve hatta riske girip tozlarını üfleyiveriyorum tıpkı ben gibi ve kabul edilmesi zor ki kendini bilmezler için eski bir defterin.eski defterler açılıyor.

Madde 4 ) insan çoğu zaman bitirebiliyor bir şiiri,
ancak sindirmelisin açtığın eski defterleri !
işte varlığı içinden alınmış bir dünyanın tam içindeyiz.
‘hayatın tekdüzeliğini; anlamlandırılamayan sosyal değerlerin açmazıyla sentezleyip özgür düşünceyle ifade edebilir misin?
ya da ne bileyim iyi misin?’
parametrik teoremler kur
klişelerle oyalanma
istem dışı olmayan sistematik çözümler üret
ayrıntılara kafayı takma
beni yorma.!
“işim beş dakika sürmez.
nasıl olsa son sözleri biliyorum.hemen geliyorum(.................)”

madde 5 ) haddini aşacaksa eğer söylediklerin,
tükürdüğünü yalamayı da bilmelisin.!
güneşin de yenik düştüğü bir yer vardı kapılar zorlanmadan önce.öfke doluydu ona gece. ilk yaprak yere düşüp tabiat ne vakit yasa bürünse gizleyemezdi kusardı içindeki öfkeyi yüzlerimize.yamalı ağlarını denize atmadan önce sesini tüketirdi hep..
mavi suların derinliklerinde bir mercan hikayesi bilirdi de anlatırdı gizlice;
yıkım ve yeniden va-r-olma arası bir yerlere sıkışmış bu iki arada bir derede ve hatta ikilem de; gecenin yüzümüze üflediği kırmızı renkte saklı aslında; utancımızın hazin birer garanti belgesi. “sus”maların ardındaki gidip gelişlerimizin sessizliği; bir nevi gecenin kristal inceliği ile bizden alıp götürdükleriydi.aslen incinmemek ve biraz da incitmemek için kendimizi tüketircesine sunaklarla sevgiliye adadığımız o en son sözler...
-sen bu satırları okurken belki de ben gözlerimden bile çok uzakta olacağım.! -

madde 6 ) kendi başına bir şey yapamıyorsan eğer
‘ ya hayır söyle ya da sus’
“işim beş dakika sürmez...
geliyorum.”