Hayli geçkin çizgiler, debelenirken ruhumda; kaçak duygularım bir aşağı bir yukarı volta atarken, bedenim eşikte bekliyordu.
Vasati birkaç saat içinde, beyaz koridorun sonunda, aralanacak kapının ardından şecerenamem elime verilecekti.
İçeriden
gelen seslerin, aykırı soluk alıp vermesinden iyiden iyiye
işkillenirken; üzerime üşüşen, yoğun yalnızlığın sinikliğini de katıp
içime, küçük bir pencereden gökyüzüne dokunmaya başlamıştım.
Rutubet
ve küf kokan bu odada, kelâmlarımın, gökle olan işveli muhabbeti,
dokunaklı bir hâl almıştı. Uzun zamandır, minik çerçeveler içine
yerleştirdiğim yaşamımın kıvrımlarını gören bulutlar, bakışlarımdaki
sığlığın sebebini sormaktan çekinmişlerdi, hissetmiştim.
Talan edilmesin diye çok defa ruhumu inzivaya çekerken, dönüp dolaşıp bir uçurtma misali kendime sığınıyordum.
Yine, aynı şeyi yapıyordum. Çocukluğum, sarmallar halinde çoraklaşan geçmiş zaman merdivenlerinden paytak adımlarla iniyordu.
Yıldızların
gökyüzündeki tedirgin dalgalanmasıyla oyunlar oynarken ve sığınakçı
düşlerim, hiç uykudan uyanmayacak sanırken, olanca hızıyla geçip
gitmişti, iradesini kaybeden zaman...
Akabinde ise dokunulmaz bir içgüdüyle yazgım çizilmişti.
Ara sokaklardaki ıslığıma, durağan rüzgâr çıngırağı eşlik etmeye başlamıştı.
Ilıman
bir güney esintisinin tatlı sert tavrıyla, gözü karanlık ruhuma seni
kabul ederken, sessizliğinin; baştan çıkarıcılığının, yarım asırlık
hüzünlerle beni cezp edeceğini nereden bilebilirdim.
Hıçkıran, ayaz gecenin huzuruna çöreklenen, bir balıkçı teknesi getirmişti seni bana…
Uzaklardan ağır ağır çok sesli bir akisle yanaşırken sahile, kör bir düğümle sükût ediyordu, öteleyemediğim sırdaş yalnızlığım…
Gözlerime
çöken gölgenin, farkına vardığından olsa gerek, acemi bir tebessümle
karanlık yaslarını anons ettiğinde, sılada unuttuğum yüreğimi, istila
etmiştin.
Rıhtımdaki varlığının serinliği, virane sessizliğime vurduğunda feleğim şaştı.
Yüreğin, soluduğum nefesle içime dolarken; sözlerinin etkisi bir şimalin parıltısında zihnimi uyuşturdu.
Uzayan
bakışlarınla günah çıkartıp, sensiz an’ları devirirken, yokluğuna akan
vakitler, sanki tafra yapıyor ve bunca zaman bir başına
bırakılmışlığından muzdarip, kaba saba bir başkaldırıyla, küfürler
savuruyordu.
Sen, varlığın külliyatına işlenmiş büyülü bir esrarın çığlığıydın…
Uzun yıllar boyunca katmer katmer artan yalnızlığımda, sanki hep vardın.
Hiç bilmediğim yanımdın.
Sessizliğim
ardındaki gam seline yağan ve yakarışlarım üzerindeki tahribatı sarıp
sarmalayan, adı konmayan bir mevsimden esen; selen meltemiydin.
Çılgınca akan bir şelalenin gölgesinde, hep uzaklardan seyre daldığım ışık huzmesiydin.
Aklanmıştı yaslarım, yüreğinin dalgın akıntısına kaptırmıştım kendimi…
Yüreklerimize, sıradanlıktan çok uzak bir haz bulaşmıştı.
Her
gün batımında kıyılarımıza dokunan denizin, efsunlu salıncağında,
geceye aryalar armağan ederken, dalgalar ile göğün sır dolu aşkını
anlatırdın.
Sonra, geceyi efkâr basardı. Sen dur durak bilmezdin.
Üzerimize
yapışan kahır dolu boşluklara, etrafımızda dolanıp duran
kahkahalarımızı çağırır, düşlerimizi allayıp pullasın diye, yıldızlarla
işbirliği yapardın.
Sesinin ruhuma dokunuşunu, kavruk yalnızlığıma her daim iliklemek istiyordum.
Yüreğimin
çatısındaki köhne köşelerden seni uzak tutup, izahı olmayan bir
döngüyle zincirlerle bağlanmışken; kayan zamanın miladını birden bire
doldurmasından korkuyordum.
Ruhlarımızdaki
geçmiş vakitlere ait kırıklıkları ise her daim kolaçan ediyor ve
içimizdeki sökükleri ardımıza bakmadan kundaklıyordum.
Senin haberin yoktu…
Bir rüzgâr esti, kehribara bulanan bir akşam vakti...
Aniden açılan kapının ardında, gidişin olduğunu bilmiyordum.
Umutlarımın karanlığa düştüğü yollarda imzasız bir veda mektubuyla yitirirken seni, kurşun yemişti çaresizliğim…
Boy veren isyanlarım, metanetli davranamazken, iç geçiren sessizliğimin ardından; kopmaya başlamıştı, kızılca kıyamet…
Yoksunluğunun
çığlığı, kıyıdan esmeye başladığında, ben hâlâ kaybına inanmak
istemiyor ve kuytu bir köşede gelişini gözetleyen kimsesizliğimle
duâ’lar gönderiyordum. Tanrıya…
Arada kaç zaman devrildi, kaç mevsim geçti.
Gidişinin
ertesinde, maviyle dost, okyanusla sırdaş ve geceyle berduş olurken;
yakamozla dalgalara, dalgın notasız ezgiler gönderdim.
Buğulu bir hıçkırık, boğazlarken sensizliği; hayli gergin acılarıma düğüm üzerine düğüm atarken, kendimle baş edemez oldum.
O gün bu gündür…
Kör bir tünelde asılı kalıyor bakışlarım, boşlukta yalpalanıyor.
Sessizliğimin, gıcırdamaları duyuluyor.
Kapı eşiğinde bir kız çocuğu, darağacında sallanıyor.
O gün bu gündür...
Martılar malum, sensizliğin kıyılarına uğramıyor.
Anılarla yetinmeyen düşlerim, ‘’sen’’ diye sayıklıyor.
O gün bu gündür…
Beyaz koridorlar arasında, gözyaşlarım bin parçaya bölünüyor.
Kollarım bağlanıyor, çığlıklarıma kilit vuruluyor.
Kim bilir kaç asır sürecek yokluğuna alışmam için,
Ruhuma, yüksek dozajlı iğneler batırılıyor.
O gün bu gündür…
Kırışık siyah gece, gitmiyor karabasanlarımdan…
O gün bu gündür…
Okyanus sevdalısı ruhuna, bizi anlatıyorum.
Beyaz koridorlar ardından…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder