26 Haziran 2012 Salı

Benim dilim, senin hiç duymadığın bir şarkıyı söylüyor şimdi. “Müsait bir ayrılıkta inecek var” bu şarkının adı. Ömrünü ömrüne ekleyecekleri ömürlerinden gönderenlerin hep yarım kalacak bir cümlesi vardır ve o cümlenin noktasını zaman acıyla koyar. Hadi ben şarkılara şiirlere sığınırım da… Sen? Sen daha ne kadar susabilirsin bu iklimde? Bak sustukça artıyor acılarımız.
Kahraman Tazeoğlu
“en neşeli kahkahanda bile bir keder gizli.” derken, işte tam da bunu anlatmaya çalışıyordum. Senin şekerle tatlandırılmış göz yaşların var. Kahkahaların en gizli ağlama biçimin aslında. Herkesten gizliyorsun acılarını. Üstelik bu gizlediğin acıların üstünü gülüşünle örtüyorsun. Sorarım şimdi sana; senin acın kaç şekerli?
Kahraman Tazeoğlu
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esi...yor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
... Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
Cahit Sıtkı Tarancı
UZAKTA OLANA
Gözlerimle seviyorum seni,
çünkü uzaktasın,
en çok ellerin uzakta, o bir kuş kadar cansız soğuk ellerin.
Gözlerimle seviyorum seni, her gece gözlerime hapsedip,
rüyalarımda seviyor, okşuyorum seni...
bi gözlerin, bi gözlerim yetiyor sevgiye...

24 Haziran 2012 Pazar

Allah kalbimi biliyor ya, o an içimden geçen tek şey; beni bağrına basmasıydı.. 'Ağlama' demesi değil.
Yakınında olmasam da kalbine dokunabiliyorsam , sen benimsin....
Sevgilisinin her anını fotoğraflamaya karar verir adam. Giderek bir saplantıya dönüşür bu. O kadar çok fotoğraf çekmeye başlar ki, sonunda kadın bıkar ve gider. Bu kez adam, kadının yokluğunun fotoğrafını çekmeye başlar. Kadın “her yerde olmadığı” için her şeyin ve her yerin fotoğrafını çekmeye başlar adam. Giderek kadının yokluğu, var olan her şeye yayılmaya başlar böylece. O yüzden bir genç adam da elinde kara bir boyayla dolaşıyor Mersin'de bugünlerde. Her yere yazıyor:
“Ne olur geri dönme”
Bunun ne acıklı olduğunu, ne korkunç bir ask olduğunu biliyor adam. Peki kadın biliyor mu? Adamın nasıl bir isyan ve inatla bu aşkı başından kovmaya çalıştığını? Geri dönse adamın yeniden bütün şehri dolaşacağını… Bütün şehri dolaşıp tek tek o yazıların üzerini daha da kara bir boyayla kapatmaya çalışacağını… Hayatın maskarası olduğunu düşünüp düşünüp enayiliğine ağlayacağını. Şimdi, bugün, hayatın karşısında böyle maskara olmamak için bağıra bağıra yazdığını o cümleyi:
“Ne olur geri dönme”
Ve bunun dünyanın en güçlü geri dön çağrısı olduğunu.

  Mersin'de genç bir erkek, bugün, delirircesine istiyor bir kadının geri dönmesini. Şehir duvarlarının manşetlerine taşıyor bunu. O adama işte, kolay gelsin diyorum....

21 Haziran 2012 Perşembe

Ne vakit,
Kurduğun bir düşün içinde düşsen,
Dizlerinden önce kanamaya başlayacak yüreğin..
Sessizce,
Koca bir sessizliğe gömüleceksin..
Ellerinden tutanın da olmayacak..
Tutunacak dalların çoktan kırıldı artık..
Sıkışmışken koca dünyanın içinde,
Yalnızlığın çemberinde voltalar atacaksın..
Ve öğreneceksin;
''Yalnızlık Ertelenmez''
Ezberleyeceksin hatta..

Sana otuz üç gün uzaklıkta bir şehirde oturuyorum, senden arta kalan anıların bıraktığı kokuları soluyorum… 33 gün yakınım sesine… Yüksek voltajla çalışıyor hislerim.
Az kişiyi tanıyor, yaralarımdan sızan sensizliği az kişiye gösteriyorum. Öyle anlatıyorum seni öyle tanıyorlar bende bıraktıklarını… her halim yabancı, her halim soğuk ve her halim senden ayrı…
Ne olur bağışla beni istediğin biri olmam için çok çabaladım çok kez farklı birilerini çağırdım bedenime.olmadı yapamadım.kötüyüm ben ve bir o kadar ahlaksız.o düzene bağlayamadım ayakkabımın bağcıklarını.küfrederek arınmayı öğrendim.devletin en sevmediği çocuğum bilyelerimi yutunca öleceğim!
Sana otuz üç gün uzaklıktan yazıyorum bu mektubu söylediğimiz şarkıları dökerek üzerime…ıslanıyorum donuyor sonra yanıyorum…bu şehir güzel ve huzurlu.Sadece senle dolu.tek seferde içiyorum köpüklü biramı,kimse sormuyor alnımda yazılı olan kederin sebebini…kimse bilmiyor içimdeki özlem ateşini...
...
'Yar'da iman kalmamış,
bilmiyor hallerimi..''
..
oysaki tek isteğim
sana günaydın dediğimde
yanımda uyuyor olmandı...
Kokun terketmiyor burnumu. Ve parça parça aklıma kazındığı kadarıyla birleştiriyorum yüzünün parçalarını odamın tavanında.En net parça gözlerin... İri, yeşil gözlerin... Gerisi yok. Gerisi hayal. Gerisi zorluyor beni. Dudakların, burnun, boynun, yüzündeki ayrıntılar hepsi silik silik, hepsi kayıp... Yoklar. Bir kez daha görsem sadece bir kez, tamamlanacak sanki hepsi...

18 Haziran 2012 Pazartesi

Dilini yutmuş, odalara bölmüşken aklını
“beni susarken bölme” desen kaç yazar eksiğine
En fazla çığlıklarımın yankılandığı
Bir oda daha eklersin ruhuna
Susmak senin isyan biçimindi
Benimse ömrüme atılan çentik
Sessizlikten öleceğim sanırdım
Gözlerin konuşmasaydı…

Karşılıklı iki aynaydık
kendi kalabalığımızda kaybettik birbirimizi
şimdi tüm sırlar dökülse de
çıplak kalamayacak kadar suçluyuz
kırık ayna uğursuzluğunu yüklenmişken
hangi aynayı yakıştırsam yüzüme
sancılarım dökülür sesimden

sek sek sanmışken aşkı
gözden kalbe, kalpten kaleme tek ayak geçerken
sendeleyip düşmek mızıkçılık sayılsa da
düşüşü en keyifli oyundu sevda
ve pansumansız yaralarımızdı ispatı

ömrümün hastalığıydı rüzgarlar
ağrısı dinmedi saç diplerimde
köprü altı ayyaşlığına sığınıp vazgeçtim adreslerden
avucumun içinde saklıyken ölüm
duraklar hep, aklımda saklı gözlerine çıktı
ölüm bile merhemim olmadı sardunya katmerleri kadar

çığlıklarımın özrünü sebebi yutmuşken
rüyalara saklanmışken karmaşam
ellerinden büyük ellerim kurtarabilir mi ruhumu
bünyendeki su kuşunun kanatları acıttıysa canını
ömrümü dilesen de az kalır ödenecek bedele
susmak onaylamaksa ve hatırlatacaksa suretimi
“beni susarken bölme” desen
düşer miyim ömrünün kıyısından hiçliğe..

tüm do minör isyanlarım sahiplenmek adınayken
beni çıldırırken bölme
yaşının kıvrımlarına yaslamışım çocukluğumu
beni susarak büyütme…
Hayli geçkin çizgiler, debelenirken ruhumda; kaçak duygularım bir aşağı bir yukarı volta atarken, bedenim eşikte bekliyordu.
Vasati birkaç saat içinde, beyaz koridorun sonunda, aralanacak kapının ardından şecerenamem elime verilecekti.
İçeriden gelen seslerin, aykırı soluk alıp vermesinden iyiden iyiye işkillenirken; üzerime üşüşen, yoğun yalnızlığın sinikliğini de katıp içime, küçük bir pencereden gökyüzüne dokunmaya başlamıştım.
Rutubet ve küf kokan bu odada, kelâmlarımın, gökle olan işveli muhabbeti, dokunaklı bir hâl almıştı. Uzun zamandır, minik çerçeveler içine yerleştirdiğim yaşamımın kıvrımlarını gören bulutlar, bakışlarımdaki sığlığın sebebini sormaktan çekinmişlerdi, hissetmiştim.
Talan edilmesin diye çok defa ruhumu inzivaya çekerken, dönüp dolaşıp bir uçurtma misali kendime sığınıyordum.
Yine, aynı şeyi yapıyordum. Çocukluğum, sarmallar halinde çoraklaşan geçmiş zaman merdivenlerinden paytak adımlarla iniyordu.
Yıldızların gökyüzündeki tedirgin dalgalanmasıyla oyunlar oynarken ve sığınakçı düşlerim, hiç uykudan uyanmayacak sanırken, olanca hızıyla geçip gitmişti, iradesini kaybeden zaman...
Akabinde ise dokunulmaz bir içgüdüyle yazgım çizilmişti.
Ara sokaklardaki ıslığıma, durağan rüzgâr çıngırağı eşlik etmeye başlamıştı.
Ilıman bir güney esintisinin tatlı sert tavrıyla, gözü karanlık ruhuma seni kabul ederken, sessizliğinin; baştan çıkarıcılığının, yarım asırlık hüzünlerle beni cezp edeceğini nereden bilebilirdim.
Hıçkıran, ayaz gecenin huzuruna çöreklenen, bir balıkçı teknesi getirmişti seni bana…
Uzaklardan ağır ağır çok sesli bir akisle yanaşırken sahile, kör bir düğümle sükût ediyordu, öteleyemediğim sırdaş yalnızlığım…
Gözlerime çöken gölgenin, farkına vardığından olsa gerek, acemi bir tebessümle karanlık yaslarını anons ettiğinde, sılada unuttuğum yüreğimi, istila etmiştin.
Rıhtımdaki varlığının serinliği, virane sessizliğime vurduğunda feleğim şaştı.
Yüreğin, soluduğum nefesle içime dolarken; sözlerinin etkisi bir şimalin parıltısında zihnimi uyuşturdu.
Uzayan bakışlarınla günah çıkartıp, sensiz an’ları devirirken, yokluğuna akan vakitler, sanki tafra yapıyor ve bunca zaman bir başına bırakılmışlığından muzdarip, kaba saba bir başkaldırıyla, küfürler savuruyordu.
Sen, varlığın külliyatına işlenmiş büyülü bir esrarın çığlığıydın…
Uzun yıllar boyunca katmer katmer artan yalnızlığımda, sanki hep vardın.
Hiç bilmediğim yanımdın.
Sessizliğim ardındaki gam seline yağan ve yakarışlarım üzerindeki tahribatı sarıp sarmalayan, adı konmayan bir mevsimden esen; selen meltemiydin.
Çılgınca akan bir şelalenin gölgesinde, hep uzaklardan seyre daldığım ışık huzmesiydin.
Aklanmıştı yaslarım, yüreğinin dalgın akıntısına kaptırmıştım kendimi…
Yüreklerimize, sıradanlıktan çok uzak bir haz bulaşmıştı.
Her gün batımında kıyılarımıza dokunan denizin, efsunlu salıncağında, geceye aryalar armağan ederken, dalgalar ile göğün sır dolu aşkını anlatırdın.
Sonra, geceyi efkâr basardı. Sen dur durak bilmezdin.
Üzerimize yapışan kahır dolu boşluklara, etrafımızda dolanıp duran kahkahalarımızı çağırır, düşlerimizi allayıp pullasın diye, yıldızlarla işbirliği yapardın.
Sesinin ruhuma dokunuşunu, kavruk yalnızlığıma her daim iliklemek istiyordum.
Yüreğimin çatısındaki köhne köşelerden seni uzak tutup, izahı olmayan bir döngüyle zincirlerle bağlanmışken; kayan zamanın miladını birden bire doldurmasından korkuyordum.
Ruhlarımızdaki geçmiş vakitlere ait kırıklıkları ise her daim kolaçan ediyor ve içimizdeki sökükleri ardımıza bakmadan kundaklıyordum.
Senin haberin yoktu…
Bir rüzgâr esti, kehribara bulanan bir akşam vakti...
Aniden açılan kapının ardında, gidişin olduğunu bilmiyordum.
Umutlarımın karanlığa düştüğü yollarda imzasız bir veda mektubuyla yitirirken seni, kurşun yemişti çaresizliğim…
Boy veren isyanlarım, metanetli davranamazken, iç geçiren sessizliğimin ardından; kopmaya başlamıştı, kızılca kıyamet…
Yoksunluğunun çığlığı, kıyıdan esmeye başladığında, ben hâlâ kaybına inanmak istemiyor ve kuytu bir köşede gelişini gözetleyen kimsesizliğimle duâ’lar gönderiyordum. Tanrıya…
Arada kaç zaman devrildi, kaç mevsim geçti.
Gidişinin ertesinde, maviyle dost, okyanusla sırdaş ve geceyle berduş olurken; yakamozla dalgalara, dalgın notasız ezgiler gönderdim.
Buğulu bir hıçkırık, boğazlarken sensizliği; hayli gergin acılarıma düğüm üzerine düğüm atarken, kendimle baş edemez oldum.
O gün bu gündür…
Kör bir tünelde asılı kalıyor bakışlarım, boşlukta yalpalanıyor.
Sessizliğimin, gıcırdamaları duyuluyor.
Kapı eşiğinde bir kız çocuğu, darağacında sallanıyor.
O gün bu gündür...
Martılar malum, sensizliğin kıyılarına uğramıyor.
Anılarla yetinmeyen düşlerim, ‘’sen’’ diye sayıklıyor.
O gün bu gündür…
Beyaz koridorlar arasında, gözyaşlarım bin parçaya bölünüyor.
Kollarım bağlanıyor, çığlıklarıma kilit vuruluyor.
Kim bilir kaç asır sürecek yokluğuna alışmam için,
Ruhuma, yüksek dozajlı iğneler batırılıyor.
O gün bu gündür…
Kırışık siyah gece, gitmiyor karabasanlarımdan…
O gün bu gündür…
Okyanus sevdalısı ruhuna, bizi anlatıyorum.
Beyaz koridorlar ardından…
Gece, bazen nefes almak ister,
Gece, bazen soluksuz kalmak ister,
Gece, bazen eteğindeki taşları savurmak ister.
Gece, bazen baştankaraya vurup, sensizliği yırtmak ister.
Ay’ın karanlık yüzümü bizi üzerine çekmişti?
Yoksa ay mı karanlığını bizden almıştı?
Gecenin, en mahrem dokunuşlarını ulu orta sergilemek istediği ve zamanın dizlerini dövdüğü, dermansız vakitlerdi.
Üzerimize örtülen ıssızlığa kadehler kaldırıyorken, akşamın seher vaktinde dibe vurulmaktan korkmayan ve yalnızlığın menzilinde hiçbir zaman ıskaya uğramayan iki yürektik.
Bazen, kendimizden tası tarağı toplayıp, gitmek istiyorduk. Bozguna uğrayan düşlerimize çelme takıldıkça, sabrın sınırlarını zorlayıp, yüreklerimizdeki şeklini ve şemailini kaybetmiş sevdalara, ritmi bozuk sözcükler gönderiyorduk.
Ve eminim ki, kulaklarını olanca hızıyla çınlatıyorduk.
Birbirimizin yüreğinden akan sözcükler, alkolün damarlarımızdaki seyrinden dolayı, darağacımızda zaman zaman asılı kalsa da, içimizdeki özlemlerle koyu bir sohbete dalmıştık.
Dostum, uzun yolların ardında avare bir yüreğe tutunmuştu.
Yalnızlık teninde, karabasan geceleri inletse de, dilinden düşmeyen tek cümlenin şahidiydim. ‘Gözlerinin rengine bir isim bulamadım’ diyordu.
Kadehinden bir yudum alarak, buğulanan bakışlarıyla, ayın parıldayan yüzünü seyrederken, sevdiği adamın adı dilinde tükenmeyen tek heceydi.
Biliyordum…
Böyle vakitlerde sızlayan sessizliğine kimseyi davet etmezdi. Yüreğinin yorgunluğuna, yarım kalmış şarkılardan ezgiler gönderirdi.
Yalnızlığına ise; hiçbir zaman gün yüzene çıkarmadığı, içindeki çocuğun bakir düşleri eşlik ederdi.
Hoyrat yaşamın rüzgârından payını almışlardı. Tedirgindi artık hayalleri, farklı şehirlerde olsalar dahi, aynı pusula ile yön bulma çabası içindeydiler.
Aralarındaki uzun yollar özlemlerini bazen zıvanadan çıkarsa da, bu savrulmanın ertesinde olanca hızıyla yeniden birbirlerinde son buluyorlardı.
Kara kalemle boyanan yazgılarına, zaman zaman gün ışığının halesi vursa da, bir tabloda birbirine teğet geçen, iki kırık çizgiydiler.
Uzakları kendine yakın etmeye çalışan bir kadının, dile gelemeyen sözcüklerinde, bir adamın eskimeyen sureti asılı kalmıştı.
Ondan ayrı kaldığı yetim zamanların efkârı ile sigarasının dumanını içine çekerken, hüzünlerimiz zaman zaman çakışıyordu.
Kumsalın, ışıltılı yüzüne düşen gecenin puslu hali; dalgaların hırçınca ayaklarımıza vurmasıyla, çakır keyif olan yüreklerimizi kendine getiriyordu.
Gökyüzünden üzerimize yağan yıldızlar, genzimizdeki ekşimsi tat kadar buruktu.
Denizin hırçın yakarışlarına, uzaklardan ahenkli bir ses eşlik etmeye başlamıştı.
Piyanistin notalara vuran çığlığını da aramıza davet edince, müziğin dokunuşları, özlenen an’ları sanki ten’e işliyordu.
Sessizliğin farklı dilleri vardı. Bir şekli, bir adabı ve hırçın dokunuşları…
Soluksuz acıyan gece, sırtına yüklediği, viran anları tek tek toparlamak istiyordu.
Umutlarını hangi zamana kilitlemişlerdi?
Anadan doğma şeffaf düşleri, hangi devrik vakitlerin altında ezilmişti?
Savruluyordu rüzgâr, dalgaların geceyi içine çekmesiyle, yüreklerimizde tutunamayan ve yavaş yavaş yüzleri silinen eşkalleri sürgüne gönderiyorduk.
Keza benzer hüzünleri içimizde barındırırken, uykusuz kalmış düşlerimize kadeh kaldırıp, içten içe bir o kadar da ayın parıltısını kıskanıyorduk.
Gittikçe soğuyan acılarımızın ardından, kayıplarımıza bir imza atarak, bu vurgun vakitlerinden gitmek istiyoruz.
Bir süre boşluğa bakarak, gecenin yüreklerimize tokatlarını umarsızca seyrediyoruz.
Hayallerimizden küller savruldukça, aklımızdan geçen sorgulara yeni yetme gidişler hazırlıyoruz.
Geceyi geriye sarıp, ay’ın arsız gülümseyişinden bir parça içimize alarak, çıkmaza uğrayan cevapları kıyamete gönderiyoruz.
Gide gele yakarışlarımızla aşınmış kumsala, kırıklıklarımızı döşerken, tek bir cümle ayın karanlık yüzünde beliriyor…
‘Gözlerinin rengine bir isim bulamadım…

15 Haziran 2012 Cuma

Seni seviyorum, ama nasıl: Avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp parmaklarımı kanatarak kırasıya, çıldırasıya.
En çok sevenin başkentiydi yalnızlık...
Bir gün beni anlayacaksın,
anlaşılmaktan nasıl korktuğumu, her lafı nasıl seçerek konuştuğumu, "ya anlarsa sevdiğimi.." diye nasıl düşündüğümü, aç mı susadı mı diye her dakika düşündüğümü, uyuduktan sonra üzerin açık mı diye nasıl merak ettiğimi, başına bişey geldi mi diye nasıl düşündüğümü, her şeyi, hepsini ve bunları anladığı gün, benden gider mi diye düşünmeden edemediğimi..

Zamanı gelecek ve anlayacaksın..

13 Haziran 2012 Çarşamba

Gitmen seni sevmemi engellemiyor anla artık; sen yokluğunda da varlığımsın...Hiç gelmeyecek olsan da, bundan sonra yine de varlığım kalacaksın. Seni hep beklemiştim asırlardan bu yana... Geldin; varlığınla beni mutlu ettin. Şimdi gittin; yokluğunla bile mutlu ediyorsun. Çünkü senden bana kalan şey o kadar güzel, o kadar özel ki...Gel demiyorum sana, demeyeceğim...Gittiğin yerde mutluysan eğer bu da bana yeter. Sesinden mahrum kalmışım ne çıkar? Senin özleminle her gün canım daha bir yanmış ne çıkar? Yokluğunu varlığa çevirebilmişim ya, bu da bana yeter...
Üşüdüğümüzde camı kapatmak kadar kolay olsaydı keşke sevilmediğimizi anladığımızda o kişiye yüreğimizi kapatmak."
Herşeye biraz "SEN" Katıyorum artık..Bazen bir bardak çaya.. Bazen bir yudum suya..Bazende bir lokma ekmeğe.. Anladımki bu hayatın tadı yokmuş..Bir parça "SEN" olmayınca♥
En güçsüz anlarımda gücüm, kimsesiz anlarımda kimsem olmalısın sen..
Bugün seni ne kadar çok sevdiğimi, ne kadar çok benimsediğimi fark ettim. Dışarıda olan insanlar gibi değiliz. Birbirimize karıştığımız için herhangi biri olmamız mümkün değil. Sen bir başkası değilsin. ama ben hep senim. Senin baktığın şeyleri ben görüyorum. senin sahiplendiğin şeyleri ben seviyorum. senin dokunduğun şeyleri ben hissediyorum. senin konuştuklarını ben düşünüyorum. farkında mısın ? ruhlarımız hep birbirinde rehin. ben olmazsam sen olmazsın, sen olmazsan ben olmam. bırakalım bunları bir kenara. biz hep, 'biz' olalım.

12 Haziran 2012 Salı

Tek bir bedduam var , sarıldığın her insanda beni hatırla..

Bob Marley
             Sana dair...

       etkileyici olan gözleri değil, ince çizgilerle yayılan parlak bakışları…

     Fotoğrafını gördüğümde bu satırlar geçti aklımdan. Çünkü gözlerinden yayılan parlak bakışlar sonsuzluğa uzanıyordu. Egosunu sadece güzelliğiyle besleyen kadınlardan değildi. Öyle olsa Tanrı’nın varlığını yalnızca bedeniyle doğrulayan birisine akıl vermesi safdillik olurdu. İnce bir kalemle çizilmiş gibi duran kaşları karakterinin güçlülüğünü ele veriyordu. Bu güçlülüğün karşısında yaratmış olduğu kendine özgü sistemi, karakterinin baskınlığını maskeleyen bir nezaketle süslenmişti. Nezaketin ardındaki dehşet verici duyarlılık ve yaşam enerjisi zaten bakışlarına da yansımıştı ancak bu Kayserili kızın özgünlüğünü ilk bakışta ele veren bakışlardan önce ismiydi:Gamze KARAOĞLAN



Zeki ve duygusal biri… Ve kuşkusuz ki onu anlayacak ya da en azından anlayabilmeyi deneyimleyecek birini bulmanın dayanılmaz imkansızlığı vardı aklında. Tüm hayatı tıpkı kendi gibi açık yüreklilikle paylaşabileceği, gözlerinden yayılan parlak bakışların onu götürdüğü yere sevgilisini de götüreceği biri. Tıpkı Adorno gibi düşünüyordu belki de: Yarın eğer hala umut varsa bu, bugün umutsuz olduğumuz içindir…. Hayır, bu bakışları gören onun umutsuz olmadığını anlardı…

Gamze Karaoğlan… Bakışları ışık seli gibi akıyordu; erimiş metal kıvamında…

Sanki aradığı mutluluktan çok daha büyük, çok daha görkemli bir şeydi…





10 Haziran 2012 Pazar

nefesim soğuk,
çarpışan renk cümbüşünün gözlerine döküldüğü yerdeyim
gökyüzüne baktığın zaman mavi oluyor gözyaşlarım
acizliğime baktığın zaman, mat bir kırmızı
saçların yoruluyor, okşuyorum
ağlamaktan şişmiş gözlerime koyunca buz oluyor saçların
kesilmiş bileklerime koyunca yara bandı
düğmelerimi açıp kalbime götürünce, ip oluyor

hayata bağlanıyorum, sakın kopartma...

umudum buruk
ismim küfür oluyor dilinde, sen bana seslendin diye siktirip gidiyorum
çal
geleceğimi, kapımı, kalbimi...
çal
uzun bir ıslık...
çünkü ancak bir ıslık savrulur ağzından sağa sola benim gibi...

nefesinden çıkan bir cümle oluyorum,
nefesi verdiğin gibi, almayı da unutma...

yağmurlar kuru
boğazıma batmış cam parçalarıyla birlikte gökyüzüne yükseliyorum
bir yağmur damlası inerken yere, beni de atıyor aşağıya kadar
gözümü kapatarak yağıyorum
denk gelip üzerine yağmak ve temizlemek günahlarını
elbet istiyorumdur...
elbet istiyorum.
elbet istiyorum, Dur...

yağmurlar çok ıslak, sen onların yetemeyeceği kadar kirli...

"kırmızı ruj ve gölgeler"
ışıklar bir kez de benim için sönüyor
bir kez benim için yağmalanıyor bu gece şehir
ölümümü düzenli olarak kutlamayacak kadar çok seviyor musunuz beni?
kırmızı rujlu kadın susuyor.
kırmızı rujlu kadın makyajını tazeliyor.
insanlar gölge olup saklıyorlar kadını benden
kadın gölgelere sarılıyor, saklanıyor

hepiniz plastiksiniz.
karakterleriniz kırılmaya müsait, ikinci kalite, yapmacık, ucuz ve basit...
sende öylesin kırmızı rujlu kadın.
sende öylesin gölgeye dönüşmüş adam.

gölgeniz bir bu şiirin, bir benim üzerime düşmez.
çünkü biz kazandık. çünkü iyiler kazanır.
çünkü sen, "kırmızı rujlu kadın !"
gölgede her renk, siyah olmaya mahkumdur...

Onur Budak
Alışma bana, ne yapacağım belli olmaz..!
Bugün varım yarın birden yok olurum.
Dokunma bana, kapanmamış yaralarla doluyum.
Canımı acıtma, bir yara da sen açma..!
Sevme beni yoğun duygularımda kaybolursun tutuşursun.
İsteme beni, yasaklarla boğuşursun, engellerle doluyum.
Çözmeye çalışma sakın, seninle karışır iyice kördüğüm olurum..
Anlama beni, ben kendimi bilirim, ben böyle mutluyum..
Aşkı yaşatmamı isteme asla, ben aşka yıllardır inanmıyorum..
Güveniyorsan kendine, inandır aşkın varlığına..
Sonucunda öyle bir aşk yaşatırım ki..!
Vazgeçemezsin tutkun olurum.
Yıkabilirsen duvarlarımı, sakın bırakma beni.
Tüm tutkularım ve gücümün arkasında;
Hala minik bir çocuğum.
Büyütemezsen; kaybolurum!..
Olur da telefonun çalarsa bir gün ve ekranda benim numaramı görürsen, lütfen cevapsız bırakma. Anla ki; son çaremi kullanabilecek kadar çaresizim..
Nereden bileceksin sevgili
Her gün resmine bakıp sana gülümsediğimi
Sabah evden çıkarken 'Allah'a ısmarladık' dediğimi
Resmini baş ucuma koyup uyuduğumu
Senden gelecek mutluluğu , resminden beklediğimi sen bilemezsin sevgili !

6 Haziran 2012 Çarşamba

kişisel manifesto trajedisi

-sen.!
varlığı içinden alınmış bir dünyanın tam içindesin!
içinde neler olup bitiyor bilebilecek misin?-

 
bu gece içimde -ardı arkası bir türlü kesilmeyen- iç çatışma bir süre sonra baskı ve şiddetle susturuluyor.
bu suskunluk hali fırtına öncesi sessizlik.
biraz dinginlik ve biraz kırgınlık.
ama yalın
güvensizlik.
güvensizliğin ardında daha büyük engeller var, evrensel boyuta taşınamayan yargısız infazlar, özgünlük arayışları, nefsi müdafaalar, toplu katliamlar, dev gibi yıkımlar, kitlesel imhalar ve kesik çığlıklar var.
büyük ideolojilerin bile boy ölçüşemeyeceği değer yargılarını koleksiyonumun içine ekleyiveriyorum farkında olmadan.
normal olandan farkı ne bu –gecenin-?
fark edemiyorum.
uzun metrajlı bir orta çağ avrupa’sı filmi ya da eş zamanlı bir çeşit günah çıkarma manifestosu, kendi manifestomu başkalarına bırakmıyorum, kendim hazırlıyorum.hükmü çoktan verilmiş; çok tanrılı inançların bıraktığı milattan öncesi o hissizlik, hicri takvime göre ay anlattıklarımdan henüz çok çok uzak üstelik.

madde 1 ) eğer bulunduğun yerden uzaklaşamıyorsan
kendinden -hiç- uzaklaşmamalısın !
bu gece “öyle olur ya hani arada” dediğimiz -o gecelerden biri-
bir türlü uyumlu sesler çıkarmayı beceremediğim; –bir hayli uyumsuz, bana uymayı beceremeyen- bir mızıka, sessiz iç çekişler, hüzünlü gitar sololar; saklayamadığım hüzünlerimle birlikte bir köşede duruyor.
yalın olayım, her şey olduğu gibi öylece kalakalsın, –ben olduğum için- , aynı benim gibi anlaşılsın diye söylediğim her bir kelimenin kısa süreler sonra; tabulaşıp da anlaşılmadığını fark ediyorum, üstünden uzun bir vakit geçmeden.bir hayli de vakitlice.tam vaktinde;
düşler bir emanet yortunun peşinde
bir trajediye misafir olmadan önce
üstelik bu trajedi trajikomik terliklerle
bir kız tarafından sergilenmekte
sahne uyumu mızıkasıyla eş değerde
gözlerimi kapatıp ritmik düşsel tınıları bir çırpıda karalıyorum daha kalbe ulaşamadan.ellerim cebimde kim bilir hangi sokakta bir kelebek etkisi arayarak dolanıyorum.elim ayağıma dolanıyor. ayrıntılara takılıp kalmadan ama. nasıl olsa bundan sonrası ironinin ötesine gidemez.
sözde kalır.içte kalır.benim içimde kalır.

Madde 2 ) bir şey her ne kadar can yakarsa yaksın,
Dayanma gücünü asla aşamayacağına inanmalısın !
bu gece.!aslında her gece gibi bir gece.
her şey alıştığımız gibi, olması gerektiği gibi.etken çatılı yüklemlere şimdiden alıştım bile, bunun için birinin beni etkin kılması gerekiyordu belki de.
kendimi bırakıyorum bir müddet sonra daha fazla direnemeyip.
kendimi an’a bırakıyorum.kendimi o’na bırakıyorum.
-zam’an-a teslim oluyorum bir anlamda.
olaylara müdahale etmek benim elimde değil. artık bu ben değilim ki.duygularım vücudumdan alınmış.hissiz.yaşayan ölü, içi geçmiş ceset…kılımı kıpırdatmadan izliyorum şimdilik.
olaylar kontrolümden çıkmaya başladığı an müdahale edeceğim.!
yargılamadan infaz edeceğim.!
bir bir yıkacağım kendi ellerimle duvarları !

Madde 3 ) “sonunda her büyük karşı koyuşun
görkemli bir teslimiyet vardır ki unutmamalısın !”
bu gece yazdıkça tüketiyorum içimi.!
düşlerimin bulanık atlasında içime sinmeyen bir şeyler var sanki.her şeye hemen kanıveriyorum.hüzünlü gitar sololar bırakmıyor bir türlü peşimi.
karanlığın yok dili, karanlığın kör gözleri, karanlığın duymuyor kulakları.
karanlık bilmiyor halimi.
bir kardeşlik payı bıraktım henüz kabuk bağlamakta olan dudak bükmelerime geceden; o da nasiplensin diye ve ben olduğum yerden ve yani çizdiğim sınırlarımla hayattan hakkımı alarak bağıra çağıra, ite kaka, sarmaş dolaş, düşe kalka çekilip bir köşeye savurduğum küfürlerim bile henüz elimde; küfre ve dahi şirke, adalete, delalete ve hatta riske girip tozlarını üfleyiveriyorum tıpkı ben gibi ve kabul edilmesi zor ki kendini bilmezler için eski bir defterin.eski defterler açılıyor.

Madde 4 ) insan çoğu zaman bitirebiliyor bir şiiri,
ancak sindirmelisin açtığın eski defterleri !
işte varlığı içinden alınmış bir dünyanın tam içindeyiz.
‘hayatın tekdüzeliğini; anlamlandırılamayan sosyal değerlerin açmazıyla sentezleyip özgür düşünceyle ifade edebilir misin?
ya da ne bileyim iyi misin?’
parametrik teoremler kur
klişelerle oyalanma
istem dışı olmayan sistematik çözümler üret
ayrıntılara kafayı takma
beni yorma.!
“işim beş dakika sürmez.
nasıl olsa son sözleri biliyorum.hemen geliyorum(.................)”

madde 5 ) haddini aşacaksa eğer söylediklerin,
tükürdüğünü yalamayı da bilmelisin.!
güneşin de yenik düştüğü bir yer vardı kapılar zorlanmadan önce.öfke doluydu ona gece. ilk yaprak yere düşüp tabiat ne vakit yasa bürünse gizleyemezdi kusardı içindeki öfkeyi yüzlerimize.yamalı ağlarını denize atmadan önce sesini tüketirdi hep..
mavi suların derinliklerinde bir mercan hikayesi bilirdi de anlatırdı gizlice;
yıkım ve yeniden va-r-olma arası bir yerlere sıkışmış bu iki arada bir derede ve hatta ikilem de; gecenin yüzümüze üflediği kırmızı renkte saklı aslında; utancımızın hazin birer garanti belgesi. “sus”maların ardındaki gidip gelişlerimizin sessizliği; bir nevi gecenin kristal inceliği ile bizden alıp götürdükleriydi.aslen incinmemek ve biraz da incitmemek için kendimizi tüketircesine sunaklarla sevgiliye adadığımız o en son sözler...
-sen bu satırları okurken belki de ben gözlerimden bile çok uzakta olacağım.! -

madde 6 ) kendi başına bir şey yapamıyorsan eğer
‘ ya hayır söyle ya da sus’
“işim beş dakika sürmez...
geliyorum.”